Adımımı attığımda kumun gıcırdadığını hissetmiştim. Çöl olduğu için ilk beklentim havanın sıcak olmasıydı. Ama geçitten geçtikten sonra, hava sıcak ya da soğuk değildi. Küreler çölün ortasında bir süre döndükten sonra onları takip etmemizi istercesine uçsuz bucaksız uzamda uçmaya başlamışlardı. Ve biz de sessizce onların peşinden gidiyorduk. Kumul açık bej rengiydi ve taneleri olabildiğine inceydi. Gökyüzu ise mavi gözükmüyordu. İlk başta hava kapalı ya da bulutlu sanmıştım. Fakat daha sonra gökyüzünün en doğru şekilde, bir dosya kağıdı gibi sadece ve sadece beyaz olduğu şeklinde tanımlamanın gördüğüm manzaraya en yakın şey olabileceğini düşündüm. Uzun sure hiç kimse tek bir kelime etmeden yürümeye devam etti.
Sessizliği bozan Deniz oldu. Nefesini sıkkın bir şekilde hızlıca dışarı verdi.
"Bayağıdır yürüyoruz, saati bilen var mı?" diye sordu.
Açelya kol saatin bakadurdu.
"Üçü çeyrek geçiyor."
Sonra yine sessizliğe gömüldük ve yürümeye devam ettik. Ortamın atmosferine ne kadar maruz kalırsam bir o kadar daha tuhaflık farkediyordum, geldiğimizden beri en ufacık esinti hissetmemiştim. Etrafımızdaki hava stabildi. Güneş yoktu ya da görünmüyordu. Bu yüzden gölge de yoktu. Gökyüzü beyaz olduğu için ışık her yere homojen dağılıyordu. Etraf çok sessiz olduğu için adımlarımız rölatif olarak olduça şiddetli duyuluyordu. Bu şekilde bir süre daha geçti ve can sıkıntısından sessizliği bozup saati soran bu sefer bendim.
Açelya kaşlarını çatarak saate baktı. Ve duraksayarak cevap verdi.
"Üçü... Çeyrek... Sanırım saatim bozulmuş."
Bileğini uzatıp bana gösterdi. Saniye göstergesi çalışyor gibiydi fakat yelkovan yerinden oynamıyordu. Aynı dakika üzerinde dönüyordu.
Küreler haveda yine halkasal halde birbirlerinin etrafında döndükten sonra yere indiler. Biz de bu sırada dinlenme fırsatı bulduk. Esneyip sırt çantamı çıkarmıştım ve yere çökmüştüm.
Ne kadar vakit geçerse geçsin hava asla kararmıyordu. Yukarı batığımda gördüğüm tek şey beyaz bir hiçlikti. Ve her yer mutlak aydınlıktı. Merakla yerdeki kumdan bir parça aldım ve elimde gezdirmeye başladım, sıvı gibi akışkan, ipek gibi inceydi. Elimden bıraktığımda ise tozlu hissettirmiyordu. Sanki elime hiç kumu almamışım gibiydi.
Kürelerin yeniden havalanmasıyla yürüyüşümüz devam ettik. Ufkun çok çok uzak noktasında bir şey parlayıp bir an gözümüzü almıştı. Ama sessizliğe alıştığımızdan kimse bu konu hakkında bir şey söylemedi.
Bir an tereddütle göz ucuyla Rüzgâr'a bakmıştım. Saçları gözlerinin büyük çoğunluğunu örtmüştü. Uzun süredir her zaman olduğundan daha sessizdi. Neden bilmiyorum ama etrafa sivri diliyle laf sokmasını bile tercih edebilirdim.
Biraz süre geçtikten sonra onun da bakışlarının bana değip geçtiğini hissedecektim. Ara ara... Bazı anlarda...
Ufuktaki şekiller yürüdükçe daha belirgin olmaya başlamıştı. Bir şehrin silüeti gibiydi. Yaklaştıkça görüntü daha netleşecekti.
Herkesi göz ucuyla taradıktan sonra tekrardan bakışlarımın onda, Rüzgâr'da sabitlenmesine engel olamadım. Ya da olmadım. Göz göze geldik.
Bakışları biraz buğulu, göz altları ise her zamanki gibi mor olmaktan daha ziyade kızarıktı. Beni en çok şaşırtan ise bakışlarında öfke olmamasıydıydı. Gözlerini kaçırmadı. Teyit edercesine bir anlık gözlerini yumdu. Son kez bana göz attıktan sonra kendi dünyasına döndü.
Bir şeyler söylemek istiyordum. Çok şeyler söylemek istiyordum. Öyleyse neden sözcükler boğazımda yumru, tümceler dilimde düğümdü?
Düşüncerimde kaybolduğum bir süreden sonra ufuktaki şehir nisbeten çok daha yakında gözüküyordu. Şehre girerken betonerme bir yol karşılamiştı bizi. Sonra amaçsıza yanan sokak ışıkları dahil olmuştu manzaraya. Ardından kaliteli asfalt ve fosforlu boyayla boyanmış çizgiler. Dev gökdelenler, lunapark, ışıklar, caddeler, hepsi yavaş yavaş seçilmeye başlamıştı. Yalnız ufak bir eksiklik vardı. İnsanlar yoktu. Caddeler bomboş, arabalar sahipsiz... Işıklar kimse için etrafı aydınlatmıyordu. Kafeler kimse için bir şey satmıyordu. Cafcaflı tabelalar kimseleri çağırmıyordu. Lunaparktaki dönme dolap kendiliğinden bomboş dönüyordu. Geniş bir bulvarda neredeyse dün dökülmüş gibi canlı gözüken asfaltın üzerinde sadece adımlarımızın sesiyle yukarıda uçup duran küreleri takip ediyorduk. Tüm bunlara rağmen her şey yepyeni ve yıpranmamış duruyordu. Vernikli tahta bankların rengi biraz olsun solmamıştı. Arabaların parlak yüzeyleri biraz olsun tozlanmamıştı. Hiç bir gökdelenin, hiç bir evin tek bir camı bile kırık değildi.
Ana bulvar ikiye hatta üçe ayrılıyordu. Ayrıldığı yerde sivri bir mantar şapkasını andıran kubbeli taba rengi betonerme yapı iki iri sütun ile yere bağlanıyordu. Küreleri takip ederken bu iki sütunun arasından geçecek ve arka tarafında iki küçük sütun daha olduğunu gözlemleyecektik. Burayı geçikten sonra yeşillikli park alanına benzer bir yer karşımıza çıkmıştı. Parkın ortasında devasa tam daireden bir yapma havuz vardı. Havuzdaki suyun yüzeyinde ise renk renk pus. Küreler bu andan itibaren havuzun üzerinde yükselmeye ve ayrı yönlere gitmeye başladılar. Birbirimize ne yapacağımıza dair kısa bir bakışmadan sonra her birimizin ayrı bir tanesini takip etmesi kararına garip telepatik bir iletişimle varmış gibiydik. Yine de aklımın bir köşesinde ne olduğunu bilmediğimiz bu alemde birbirimizden ayrı yönlere gitme fikri pek aklıma yatmıyordu.
Önce havuzun iki yanına ayrıldık, ardından başımın üzerideki küreyi göz hapsine aldım. Parkın ortasındaki merkezi havuzdan uzaklaşıyordu. Mükemmel derecede düzgün budanmış sarmaşıkların arasından geçilen bir yola sapmıştı. En sonunda da parkın içinden çıkmıştı. Bir süre daha boş sokakta yürüdükten sonra bir okulun bahçesi gibi bir yere girmek durumunda kalmıştım. Çim bahçenin ortasında bir tane çardak, iki tane de büyükçe çadır vardı. Çadırlardan biri yarım daire bir tenteyi andırıyordu. Diğeri de kenarları tamamen kapalı kare şeklinde plaj şemsiyesine benziyordu. Göz hapsinde tuttuğum küre havada bir süre döndükten sonra kare şeklinde olan çadıra girdi. Peşinden ben de girdim.
İçerisi kesinlikle dışarıdan gözüktuğü gibi dört beş mertekarelik bir alan değildi. Koltuklar fraktallar gibi art arda dizilmişti ve sahneye bakıyordu. Sahnenin her tarafı çiçeklerle donatılmıştı. Koltukların arasından sağa sola adımlar atarak geçtim. İzlediğim küre ise sahnedeki perdelerin arasından geçerek gözden kayboldu. Perdeleri aralayıp sahne arkasına geçtiğimde beni anaokulu malzemeleriyle süslenmiş metruk bir bina koridoru karşılıyordu. Ben ise pusulanın kuzeyi gösteren ucu gibi havadaki küreyi takip etmeye devam ediyordum. Duvarlara pastel boyalarla çizilenlere göz gezdirdim. Çeşitli renklerde, kaş göz çizilip arkadaşça bir ifade verilmeye çalışılmış harfler sıvası dökülmüş yalın duvarlara yapıştırılmıştı. Koridorun sonunda ne olduğu gözükmeyen bir kaynaktan turuncu dumanlar çıkıyordu. Gözlerimi kısıp daha iyi görmek için dumanın çıktığı yere baktım. Fakat nafileydi. Ben yaklaştıkça dumanın rengi önce turuncudan kırmızıya sonra da çingene pembesine döndü. Ardından dumanlar tüm görüş alanınımı kapladı. Tekrar görebildiğimde diagonal duvarları koyu renkli taşlarla örülmüş romanesk bir koridordaydım. Köşeyi döndükten sonra uzuncana bir kapı çorak bir araziye açılıyordu.
Adımlarımı sakince çatlamış toprağın üstüne atmıştım. Hava puslu ve boğucuydu. Şu ana kadar gördüğüm hiç bir çorak toprağın bu kadar derin çatlakları yoktu. Toprak sanki zehirlenmiş gibiydi. Ya da kanla kirletilmiş. Neden böyle düşünmüştüm ki şimdi?
Yanmış ve paslanmış demir parçaları yerde köz gibi duruyorlardı. Gökyüzü puslu sarımtraktı. Belki bile isteye dilimin ucuna gelmesini istemiyordum, ama buradaki bir şeyler tanıdık geliyordu. Fazlasıyla tanıdık. Adımlarımı dikkatle ardı ardına atmaya devam ettim.
Sonra Rüzgâr'ı gördüm. Buna hazırlıklı olduğum söylenemezdi. O da zaten ilk başta beni fark etmemişti. Yere çökmüş önündeki manzaraya bakıyordu. Bıkkın bakışlarla etrafa bakarken beni gördü.
"Bir bu eksikti." diye mırıldandığını duydum.
Fakat direkt yüzüme baktıktan sonra gözlerini iyice açtı ve suratını karışmış bi ifade aldı.
"Bir dakika, sen cidden buradasın!"
"Ne işin var burada?" Sesi cidden kaygılı geliyordu.
Sonra geri geri yürüyüp gözden kayboldu. Kendimi olmamam gereken bir yere kazara girmiş gibi hissediyordum. Ne yapacagıma karar vermeye çalışıp kendi etrafımda dönerken arkamdan duyduğum sesli irkildim.
"Burada olmamalısın Nora."
Ardından tahmin etmeyi aklımın ucundan dahi geçirmeyeceğim bir şey yaptı. Başını omzuna yasladı. Sıcak nefesi sırtıma çarpıyordu.
Aklımdan neler mi geçiyordu? O kadar allak bullaktım ki bunun cevabını veremezdim. Bedenimi yerinden bir milim bile oynatmayı beceremez haldeydim.
"Lütfen..." diye fısıldadı.
Önümde başka bir kapı belirdi. Ve beni kapıdan dışarı çıkararak kapıyı kapattı.
"Rüzgâr"
İsmi dudaklarımdan sayıklarcasına dökülmuştü. Kapının önüne çöktüm. Benim neyim vardı böyle?
Katladığım dizlerimi uzattım. Önümdeki düzlemin bittiğini fark edecektim. Bir yangın merdiveninin üzerindeydim. Ayağa kalktım. Başı da sonu da gözükmeyen bir binanın üzerindeydim. Üzerinde şu an durduğum gibi bir sürü kapı vardı. Her kapının önünde aşağıya doğru inen demirden kırmızı boyalı yangın merdivenleri. Demirlerin kulbuna tutuna tutuna aşağıya inmeye başladım. Takip ettiğim küre beni aşağıda bekliyordu.
Boş bir otoparka inmiştim. Biraz daha yürudüm, otopark bitiminden sonra gelişigüzel dizilmiş otobüs büyüklüğünde mermerler geometrik şekillerle oyulmuştu. Bu büyük mermerlerden birine tırmandım ve aynı yükseklikte bir tahta platformun üzerinde buldum kendimi. Her yere eşarplar bağlamıştı. Eşarplara basmadan geçmeye çalışsam da nafileydi. Halı gibi yüzeyi sarmışlardı. Bu yüzden ayakkabılarımı elime alıp öyle yürümeye devam ettim. Yer yer etraf kaktüs saksılarıyla süslenmişti. Bazı kaktüslere uzunlamasına yeşil bükme balonları bağlanmıştı. Adımlarım tahta yüzeyde tok sesler çıkarıyordu. Gökyüzü koyu mavi olacak şekilde kararan bir yaz akşamını andırıyordu. Tahta platformun bittiği yerde rengarenk havuzlar ve ortalarından aşağıya inen bir kaydırak vardı. Çıkardığım ayakkabıları geri giydim. Kaydırağın başına ve havuzların ortasına geldiğim yerde küre etrafımda dönmeye başladı. Giderek hızlanıyordu. Takip etmeye çalışmaktan başım dönmüştu. Geri geri giderken ayağım takıldı ve kaydırağın içine düşmemle görüşüm yine karardı.
Gözlerimi açtığımda hala sersemce hissediyordum. Çevreme baktım herkes bir şekilde yeniden toplanmıştı.
"Arkadaşlar hepimiz iyi miyiz?" diye sormuştu Deniz.
Açelya elini başına koymuş toparlanmaya çalışıyordu.
"Bu neydi ya?!" şeklinde mırıldandı.
İyi miydim bilmiyorum ama iyi olmaya çalışmaktan başka çarem yoktu sanırım.
Gözlerimi biraz daha yumarak başımın dönmesini gidermeye çalışırken bir yandan da durumuna ait cevap verdim.
"Eh işte."
Rüzgâr ise yine sessizliğini korudu. Bu hali aslında ilk toplandığımız zamankine benziyordu.
Biraz daha kendime geldiğimde yer altında olduğumuzu fark ettim. Tavandan yere doğru sarkıtlar uzanıyordu. Etrafı tavandan da yansıyan sarı bir ışık aydınlatıyordu. Ve ortalık cehennem gibi sıcaktı. Ortamı kolaçan ederken ışığın az ilerideki uçurumun aşağısındaki lavlardan geldiğini fark edecektik.
Küreler uçurumun üzerinden uçup karşıya geçmişti ve bizim de bir şekilde uçurumu geçmemiz için uzaktan bize reverans yapıyor gibilerdi. Fakat bunun kolay olmadığını görmezden gelmeleri...
Eğer bu uçuşan varlıkların görmezden gelme fonksiyonu varsa tabii... Pek matıntıklı sayılmazdı. Gerçekten karşı tarafta nazire yapar gibi dans etmeleri ve kutu kutu pense oynarcasına dairesel olarak havada dönmeleri artık sinir bozucu bir hal almıştı.
Uzun süren incelemelerimiz sonucu karşıya geçmenin gerçekten de bir yolu olduğunu fark edecektik. Fakat bunun dünyanın en güvenli yolu olmadığını söylememe gerek yoktur sanırım. Hatta belki de güven kelimesiyle kurulan tüm cümlelerinin olumsuz olma ihtimali barındıran bir yoldu.
Uçurumun kenarındaki duvar bir sebepten dolayı ince bir plaka oluşturmuştu. Fakat görünüşe göre plakanın ince kısmı çeşitli sebeplerden kırılmış, geriye duvara yakın kalıncana(!) olan kısmı kalmıştı. Öyle ki sırt çantalarımızla bile oradan geçme şansımız yoktu.
Çantalarınızı çıkarıp tepeleme olarak bir kenara yığdık. Sadece çok gerekli şeyleri ceplerimize dolduracaktık.
Kenara yaklaşarak göz ucuyla aşağıya baktım. Lavlardan gelen sıcaklık havayı ısıtıyor ve saçlarımı hareketlendiriyordu. Ve bu durum az önceden kalma baş dönmeme de yardımcı olmuyordu. Geçmeye hazırlanarak duvarın kenarında sıralanmıştık. Düzlem daraldıkça ellerimdeki karıncalanma daha da kuvvetleniyordu. Dizlerimin titrediğini hissettim. Dahası başım daha beter dönüyordu. Yumruğumu sıktım, direnmeliydim.
Bu işte birlikteydik. Çürük yumurta olmayı göze alamazdım.
Attığım her adım daha da zorlaşıyordu. Arkamdaki duvar pürüzlüydü ve oldukça sivri dikitler barındırıyordu. Arkamı tam olarak göremiyordum. Bastığım yer ise topuklarımın neredeyse yarısına geliyordu. Geri dönmeliydim. Tir tir titriyordum. Bu haldeyken buradan geçmem imkansızdı. Sonunda pes ederek konuştum.
"Ben sanırım gelemeyecğim. Az önce de başım dönmüştü."
Rüzgâr göz ucuyla kaşlarını çatarak ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırcasına bir bakış göndermişti.
"Emin misin?" diye sordu Açelya.
"Evet, bekleyebiliriz." dedi Deniz.
Ama böyle bıçaksırtı bir durumda beni beklemeleri onların dezavantajına olurdu. Buraya kadar gelip ben yapamasam da onların yapmaları gereken şeye engel olmamalıydım.
"Hem birilerinin eşyaların başında durması gerekiyor. Beni beklemeyin."dedim.
Daha iyi hissedersem haber vermeden kendim de buradan geçebilirdim hem.
Yavaşça adımlarımı geriye attım. Gerçekten kendimi o anda daha fazla zorlarsam lavlara düşebilirdim.
Daha geniş bir yere onlara geçince el salladım.
"Sizi burada bekliyor olacağım."
Eşyaların baş ucuna geçerek bir süre yere uzandım ve sarkıtların her an durdukları yerden kurtulup üzerime düşebilecek gibi gözüken mağaranın korkunç tavanına göz attım. Bir süre daha gözlerimi yumdum. Ama yine de içim hiç rahat değildi. Görünüşe göre bu kadar çabuk vazgeçmem en çok beni rahatsız etmişti. Biraz daha dinlenip kendime gelmeye çalışmalıydım. Er ya da geç oradan geçecek ve onlara yetişecektim. Derin bir nefes alıp sakinlemeye çalıştım.
Biraz daha iyi hissetiğimde ayağa kalktım ve yanımdaki çanta yığınına baktım. Eğer geçersem sözünü ettiğim gibi eşyaların başında duramayacaktım. Önce onları öylece ortada bırakmamak için saklayabileceğm tehlikeli olmayan bir oyuk aradım. Mükemmel olmasa da gözden uzak kuytu bir yer bulmuştum. Şimdi ise sırada zor görev vardı. Kuruyan boğazımı tazelemek için suyumdan bir yudum aldım.
Adımlarımı ardı ardına atıyordum. Geçtiğim yer ayağımın genişliğinin yarısını kapsadığı yere kadar aslında fena da gitmiyordum. Attığım her adımım bir öncekinden logaritmik olarak daha fazla dikkat istiyordu. Tabanımı kaldırıp önüme doğru adımımı atarken bir yandan da duvardaki dikitlerin kalın kısmını sıkıca tutuyordum. Tatsız birkaç çıtırtı duydum. Sonra her şey birden bire oldu. Ayağım boşta kalınca tuttuğum dikitte yerinden ayrıldı. Elimden fırlayıp lavların arasına düştü. Diğer elim ise bu sarsılmayla yerinden kurtuldu. Son anda bir kaya parçasını kavrayıp tutabilmiştim. Fakat elim kaymaya devam ediyordu. Tutunduğum tek elimle lavların üstünde duruyordum.
Gözlerimdeki yaşlar yanaklarıma doğru süzüldü. Sonunda çenemin ucuna gelip aşağıya düştü. Lavlara değer değmez buharlaşırken o talihsiz "cıs" sesi çıktı. Muhtemelen ben de birazdan cıs olacaktım. Ortalama bir hayattı, ama yaşamak güzeldi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasiSırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...