Sağır eden sessizliği yaklaşan ayak sesleri dağıttı. Aklıma ilk gelen şey gardiyanın yemek getirmesiydi ama ayak sesleri tekil duyulmuyordu. Gardiyan yemeği daha dün getirmişti. Yemek getirme aralıkları üç dört güne birdi. Amacının, sadece hayatta tutmak olduğunu tahmin ediyordum. Gardımı aldım ve köşe bir yere sindim. Sesler daha da yaklaştı ve demir kapı ben buraya geldiğimden beri ilk kez gıcırdayarak açıldı. Ardından hemen kapandı ve tekrar kilitlendi. Keşke daha uyanık olsaydım, belki buradan kaçmam için bir fırsat yakalayabilirdim. Az önceki durumdan farklı olarak belli belirsiz bir soluk sesi duyuyordum. Sanki hücenin içinde benden başka biri daha vardı. Lakin etraf kapkaranlıktı. Gözlerimi kısıp karşıyı görmeye çalışsam da sonuç nafileydi.
"Kim var orada?" diye sordum karanlığa doğru.
"Ses ver!"
Sonra elimi sırt çantama uzattım ve cep fenerimi bulmak için karıştırdım. Feneri çantadan çıkarıp karşıya tuttum. Gözünü alan ışığı bloke etmek için elini kaldırdı. Karşımdaki Rüzgar'dan başkası değildi.
"S-sen..." diye duraksadım bir an. Kulübeden toplanışımızın ardından onu tekrar görmeyi beklemiyordum.
"Bizi buraya getirdiklerinde orada değildin, öyle değil mi? Ne yapmaya çalışıyordun?" diye sordum şüpheyle.
"Bu neden seni ilgilendirsin ki?" dedi monoton sesiyle, daha çok kendiyle konuşur gibi. Aslına bakarsanız bir yanıt duymayı bile beklemiyordum.
"Aslında, hepimizi ilgilendir, öylece ortadan kaybolup gidersen soru işaretleri yaratırsın. "dedim.
"Ah, ne kadar da dokunaklı."
Ardından koyu tondan ve kısık sesle konuşarak devam etti:
"Yerinde olsam burnumu bilmediğim deliklere sokmazdım, hangi farenin ucunu koparıp; bir köşede kemireceği belli olmaz"
İşte bu bariz bir meydan okumaydı, fakat gün ışığının bile uğramadığı toprağın katmer katmer altında olan bu yerde cengaverlik işe yaramıyordu. Bunu yeterince test etmiştim. Böyle bir durumda bu konuyu zorlamayacaktım. Bu işin peşini bırakmayacaktım belki ama şu an doğru zaman değildi. Buradan çıkmama yardımcı olmazdı. İşe yarabilecek şeylere odaklanmalıydım.
"Pekâlâ." deyip omuz silktim.
"Böyle bir yerde tıkılıyken bu konuda bir şey soracak değilim zaten."
Tepkisini incelemek için karşıya baktım, fakat bu karanlıkta hiçbir şey görünmüyordu. Yine de başka sorular sormam gerekliydi.
"Sahi ya, buradan kurtulmak için hiç bir şey yapmayacak mısın?"
"Hayır." dedi cansız bir sesle.
"Arkana yaslan ve oturup ölmeyi bekle."
İşte bu cevap hiç hoşuma gitmemişti. Nasıl yapabiliyordu? Bir insan bunu nasıl kabullenebilidi?Varoluşumu böyle bir delikte sonlandırmak istemiyordum. Böyle yitip gitmeyi kabul etmeyecektim.
"Merak ediyorum da kafan hala güzel mi?" diye sordum.
Öfkeyle:
"İstesem de olamaz cici kız..."
"Çünkü kafamı güzel yapan şeyi köprünün orada düşürdüm."
"Demek diğerlerinin varsaydıklarıları şeyler doğruydu. Neden bunu kendine yapıyorsun?"
"Çünkü bu dünya ayık kafayla çekilmiyor da ondan."
"Ama neden?"
"Bak oradan nasıl görünüyor bilmiyorum ama hiç de sohbet havamda değilim, o yüzden kapa çeneni!" dedi.
"Kabalığın lüzumu yok, ben de konuşmak için can atmıyordum zaten." dedim.
Ve sonrasında hiçbir şey konuşmadık. Hiçliğin ortasında öylece birşeylerin olmasını bekliyordum ama hiçbir şey olmuyordu. O gün o kolyeyi yerden aldığıma pişman olup olmadığımı bile blimiyordum. Analiz etmekten yorulmuştum. Zaman anlamını yitirirken ve geçen her saniye paleontolojik çukurlara dönüşürken hiçbir şeyin bir manası yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasySırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...