Yukarı çıktığımda odanın önüne geldim. Kapıyı gıcırtıyla araladım ve içeri girdim. Kabartmalı ahşap yüzeyine elimi koyup kapıyı kapadım. Odanın içerisi loştu ve karşımda gerçek bir yatak vardı. Zindanda başımı çantamın üzerine koyup yere yattığım anlar düşünülürse bu büyük bir lükstü. Ne yapacağıma vücudumdaki ağrılar azalınca ve her an uyuyacak gibi hissetmediğimde karar verecektim. Yatağa doğru yürüdüm ve uzandım, üzerindeki örtüyü kaldırmamıştım bile. Bir miktar kestirdim.
Uyandığımda saat gece yarısını geçiyordu. Ayağa kalktım ve baş ucundaki pencereye yaklaştım. Yağmur artık o kadar kuvvetli yağmıyordu. Kendimi boşlukta hissettim ve bu ister istemez ne düşündüğümü sorgulamama sebep oldu.
Burada tanımadığım bir yerde tanımadığım insanlarla ne yapıyordum? Somut olarak burada kalmamı gerektirecek bir gerekçem kalmamıştı. Hayat borcumu ödeyebildigimden artık emindim.
Peki ya diğerleri diye düşündünmekten kendimi alamadım. Onlar iyiler miydi? Orada metal tüpleri açabilmem sadece şansın eseriydi. Uzun süredir tanışmıyorduk ama bu yola beraber çıkmıştık. Yine de başkaları için kendimden ödün verecek biri değildim ben. Basbaya bencildim. Burada işim yoktu. Zindandayken tek istediğim sıkıcı ama güvenli hayatıma geri dönebilmekti, şimdi de öyle yapacaktım. Kimsenin haberi olmadan gitmek en iyisiydi.
Ayrılmak için vaktin sabaha biraz daha yaklaşmasını bekleyecektim. Gün ağarınca da buraya ilk indiğim otobüs terminaline geri gidecek, bulduğum ilk otobüsle buradan ayrılacaktım. Işığı açtım ve üzerimdeki solgun ve yıpranmış kıyafetleri değiştirdim. Camın tahta sürgüsünü kaldırdım ve dışarı baktım. Yağmur dinmişti. Pencerenin altında boylu boyunca kat çıkıntısı uzanıyordu. Oradan karşı evin çatısına geçip altındaki balkona atlayacaktım. Sonra da yanındaki merdivenden sokağa inecektim. Pencerenin eşiğine oturdum ve çıkmanın üzerine ayaklarımı sağlamca bastım. Doğruldum ve yan yan yürümeye başladım. Zemin dengede durabileceğim kadar genişti. Daha sonra da planladığım gibi sokağa indim. Kasabanın merkezi kısmına nasıl gideceğimi bilmiyordum, etrafta sorabileceğim kimse de yoktu zaten. Yerler ıslaktı ve su birikintileri vardı. Ara sıra kulağıma baykuş sesleri çalınıyordu. Bir süre önüme bakarak yürüdüm. Önümde bir ışık uğultulu bir motor sesiyle bana doğru yaklaşıyordu. Başımı kaldırıp baktığımda karşımda şiddetle parlayan iki far gördüm. Kaçmak için zamanım yoktu. Kollarımı siper ettim. Daha sonra farlar iki yanımdan uzayıp gittiler. Başında beri onların birbiriyle senkronize giden iki ayrı motosiklet olduğunu idrak ettim. Tuhaf, bunu bir filmde görmüş gibiydim.
Yürümeye devam ettim, evlerin çoğunun bu saatlerde ışığı kapalıydı. Nadiren tek tük ışıklar yanıyordu. Sokak lambasının altında bir palyaço vardı. Elinde balonlar tutuyordu. Adımlarını bana uydurdu ama görünen o ki lambanın aydınlattığı dairenin dışına çıkamıyordu. Yüzü boyalıydı. Aşağıya bakan kırmızı boyalı ağızın içinde kendi dudaklarının sınırları apaçıktı.
"Bayan, uçan balon istemez misiniz?"diye sordu.
Hayır anlamında başımı salladım. Sahi ya o neden buradaydı?
"Bu saatte, burada bir palyaçonun ne amacı vardı?" Bunu dışımdan mı söylemiştim?
"Bir amacı yok."dedi palyaço masal anlatıyormuşçasına bir ses tonuyla.
Elindeki balonlar arttı ve bununla beraber göğe yükselmeye başladı. Yukarı doğru salınarak gözden kayboldu. Sokakta ilerlerken bir katındaki tüm ışıkların açık olduğu bir apartman görmüştüm. Beş katlı apartmanın yedinci katında bir filin gölgesi vardı. Belki de çocuğun biri evde tek başınaydı ve hırsızlardan korunmaya çalışıyordu. Soygun planı yapmadığıma göre endişelenmeye gerek yoktu. Sonra bu gölgeye atın ve zürafanınki de eklendi. Zürafanın boynu içine hava üflenen kumaş kuklalar gibi haraket ediyordu. Fil budalaca gözüken bir şapka takmıştı. Sadece gölgeden nasıl gözüktüğünü anlayabildiğimi sormayın, bir şekilde anlaşılıyordu işte. Karşıki binada koskocaman bir reklam panosu bana göz kırptı. Üstelik üzerinde reklamda herhangi bir yüz bile yoktu. Yürüdüğüm yer kayıyordu. Ben dengemi kaybedip önümdeki su birikintisinin içine düştüm. Yüzeyden bu kadar derin görünmüyordu ve ben tamamen su içine dalmış yüzer vaziyetteydim. Biraz daha dibe doğru yüzdüğümde orada bir şeyler parıldadığını fark ettim. Elimle uzanıp onlardan birini yakalandım. Bu Aztek altınıydı. Yakaladığım gibi elimdekini suyun dibine tekrar bırakım. Karşıdan boynuzları ışıldayan bir geyik geliyordu. Ardından başımı çevirdim ve bu sefer yukarı yüzüyordum. Sonunda yüzeye çıktım ve oksijene hasret derin bir nefes aldım. Güller kırmızıdır, menekşeler mor... Bir dakika, ayda neden Beyazıt Öztürk'ün suratı vardı? Ay da beyaz olduğu için olabilirdi sanırsam.
Elimle altındaki çamurlu suyla oynuyor olduğumu fark ettim. Bunu yapmayı kestim ve durup elime baktım. Şafak söküyordu. Ve ben güneş doğmak üzereyken aptal bir su birikintisinin içinde çırpınıyordum. İçinde bulunduğum su birikintisi az özce izlenimlediğim kadar derin bile değildi. En fazla bir karışlık derinliği vardı. Tüymek için yanlış zamanı seçmiştim belki de. Şimdi hana geri dönüp sıcak bir duş almalı ve bunlar hiç yaşanmamış gibi davranmalıydım. Buradan ayrılmayı da daha başka bir zamanda denemeliydim belki de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasySırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...