Önümüze çıkan devrilmiş kütüğün üzerinden atladıktan sonra başımı yukarı kaldırıp ağaçlardan bölük pörçük gözüken gökyüzüne baktım. Gün ağardığından beri yürüyorduk. Kaybolmamak için de gideceğimiz yönü ayrı ayrı kontrol ediyorduk.
Elimdeki kaypak sulu pervaneye göre kuzey, ucundaki kırmızı okun sallanıp durduğu 60 derecelik bölgeden herhangi bir yerdi, üstelik manyetik alanın oluşturduğu sapmayı hesaba katmıyordum bile. Bu sebeple artık uyduruk pusularla pek aldırmamaya karar vermiştim.
Ağaçlarla sıkıca örülü bir dağın yamacında doğruca aşağıya inecektik. Ara sıra yüzeye çıkmış ağaç kökleri çelme takmak için adımlarımı yokluyordu. Bazense toprağın üzerini kaplayan çimimsi yosun tabakasından onlar bile görünmüyordu. Kuşların ve böceklerin gürültüsü arkaplanda bir örüntü oluşturuyordu. Kuru dalların arasında beliren kestane rengi bir kuyruk dikkatimi çekti. Daha önce hiç sincap görmemiştim, yani doğal ortamında. Hayvanat bahçesinde görmüşümdür de hatırlamıyorumdur belki.
Adımımı attığım zemin biraz kaygandı. Başedilmeyecek gibi değildi, bir şey olursa yandaki dallara tutunabilirdim. O yüzden ikinci adımımı da yanına atmıştım. Bununla birlikte zeminin önce yavaşça ardından hızlananarak öne doğru hareket etti.
Bir kaç saniye sonra eğimli toprağın üzerinde yuvarlanarak aşağıya düşüyordum. Kollarımı başımın etrafına sardım. Gördüğüm kadarıyla yamacın bitimine daha çok vardı ve bir şekilde kendimi durdurmam lazımdı. Dallardan birini yakalayıp dizlerimi toprağın üzerine sürerek durmayı başarabildim. Gözlerimi çoktan yummuştum ve haykırmamak için kendimi zor tutuyordum.
Birinin bana"İyi misin?"diye sorduğunu duydum. Sanırım Rüzgâr'dı bu.
Ağzıma kaçan ot parçasını tükürdüm.
"Hâlâ hayattayım, bu da bir şeydir."diye kendi kendime mırıldandım.
Yüzüme bir cismin karaltısı düştü. Karşıya baktığımda Rüzgâr'ın bana el uzattığını gördüm.Bunu... öngördüğüm söylenemezdi. Tereddütle elimi yerden kaldırdım. Her ne olursa olsun uzatılan eli geri itmezdim.
Tam uzanıp elini kavrayacaken geri çekildi ve kendimi tekrar kanayan dizlerimin üzerinde buldum. Hem ne diye bu densizin bana gerçekten el uzatabileceğine ikna olmuştum ki. Burada bardağa dolu tarafından bakmamı gerektirecek hiç bir şey yoktu.
"Ne o? Canın çok mu yanıyor?" dedi dipten, buz gibi bir sesle.
Beynime hücum eden sancıyı dağıtmak için yanağını ısırdım.
"Canımın acımasıyla alay ediyorsun!"
"Sen acı hakkında ne bilirsin ki?"
"Bilmediğim bir şey varsa anlatabilirsin. Ayrıca merak ediyorum da son zamanlarda insanlık denen konsepti bir yerde duymuş olabilir misin?"
Cümlemi bitirmemle birlikte cansız donuk bakışları üzerime kitlendi. Kahretsin, belli ki tehlikeli bir şey söylemiştim. Ama bu şekilde beni sindirmesine ve kelimelerimi boğazıma dizmesine izin veremezdim.
"Zavallı kız... Demek acının nasıl bir şey olduğunu bilmek istiyorsun?" diye mırıldandı.
Yalan yok, bakışları beni ürpertiyordu. Ve bir süre daha birlikte yolculuk edecektik. En kötü ne yapabilirdi ki. Umarım söylediği şeyi uygulamalı olarak göstermeye gönüllü değildir. Bu her neyse er geç karşıma çıkacaktı. O yüzden kendimi zorladım ve yüzüne bakmaya devam ettim.
Kasvetli bakışlarını saçlarının arasına gömdü ve başını çevirdi.
"Anlatsam da anlamazsın."dedi giderek alçalan bir sesle."Aptal olduğumu mu ima ediyorsun? "diye çıkıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasySırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...