Ayağıma rastgele bir şekilde takılan paslı ızgara demirini tekmelemek zorunda kaldım. Çalıların arasında gezerken patika bir yol bulmuştuk. Peren'in verdiği karayolu haritasında bulunduğumuz bölge kısım kısımdı.
Bir kısmı önde iken bir kısmı arkada gösteriliyordu. Nereye gitmemiz gerektiği konusunda üçümüzün de apayrı fikirleri vardı. Bunun ne demek olduğunu tahmin edersiniz. Basbaya kaybolmuştuk.
Dün otobüse bilet alıp kalkmasıni beklerken otobüsün arızalandığına şahit olduk. Ve seferi akşama ertelediler. Bu sefer de akşama kadar bizi arabasına alacak bir otostoçu bulmak için uğraştık. Gözümüzün önünde iki kişinin aynı şekilde arabayı durdurup basıp gittiklerine şahit olduk.
Akşamki sefer için tekrar otobüse bindik, bu sefer ise söför gelmedi. Kalkış saatinde bir buçuk saat dahe geçtikten sonra Açelya söz konusu uğursuzluğa ikna olmuş görünüyordu. Yola aynı şekilde devam ettik. Çoğunlukla dışarıda yattığımız gerçeğini de pek barışçıl karşıladığını söyleyemeyeceğim. Ama doğrusu, kim onu bu yüzden suçlayabilirdi ki?
Yürüdüğümuz patika bir yere kestirmeden gitmek için açılmıştı. Ama yolun kenarlarında pek iç açıcı şeyler yoktu. Sökülmüş kapılar, eskimiş ve terkedilmiş dev trakör lastikleri, paslı çiviler, inşaat demirleri... Bir de sapsarı, eskimiş ve muhtemelen çalışır durumda olmayan bir buzdolabı vardı. Kayaların üzerinde çarpık duruyordu. İçine sprey boyayla ürkütücü bir graffiti yapılmıştı. Ne yazıldığı okunmuyordu.
Yolu takip ettik ve bizi dikenli tellerle çevrili bir bölgeye götürdü. Yakınlarda nerede olduğumuzu sorabileceğimiz insan olabilirdi. Fakat daha sonra tellere elektrik verildiğini de farkedecektik ve silahlı kuvvetleri ibaresini görecektik.
Bölgenin içine doğru gidebilirdik ama bu riskli olurdu. Tamamen yanlış anlaşilabilirdik. Ayrıca kızların askerlik yapması gerekmiyordu ve bu halimden memnundum. Telleri takip ettik.
Açelya guruldayan karnını tutarak:
"Çok açım ben! Cidden her gün böyle mi geçiyor?"
"Her gün böyle değil."dedim.
"Aynen, bazı günler daha kötü."dedi Rüzgâr.
Dönüp ters ters baktım. Neden her seferinde böyle mod düşürücü şeyler söylemek zorundaydı ki.
Açelya telefonunun açılış tuşuna ısrarla bastırdı.
"İnternete bağlanabilsek keşke. Nerede olduğumuzu görebiliriz."
Kulağıma otların arasından gelen türlü türlü böceklerin sesi çalınıyordu. Tellerin boğum kısımlarına gözümü dikmişken zihnimde etkileşen bir keç pırıltı hareketlendi.
"Aklıma bir şey geldi." dedim.
İyi ki haftalar önce çantamdan çıkarmam gereken yalıtkan eldivenimi çıkarmamıştım. Labaratuar dersi için kullanıyordum. Onları ellerime taktım ve "Makası olan var mı?" diye sordum.
Rüzgâr tek kaşını kaldırarak bana çakısını uzattı.
Kesici bir nesneye ihtiyacım vardı. Makas işimi daha kolaylaştırırdı. Ama çakı da olurdu.
Elektrikli teli keserek Açelya'nın şarj aletine bobin şeklinde sardım. Diğer ucunu da toprağa bağladım.
Açelya, "Bu işe yarayacak mı?" diye sordu.
Doğrusu, çok da emin değildim.
Ve gergin bir bekleyişin ardından telefonun ışığı yandı.
Rüzgâr bana bir an dikkatle baktı.
"Sen kahrolsı bir büyücusün."
İşe yaramıştı yaramasına, fakat yine de normalden çok daha yavaş şarj oluyordu. Telefonun şarj yüzdesi güvenli bir rakama ulaşınca da, telefonu açtık.
Hiçbir yerleşim yerinin çok yakınında değildik. Ama bir şehre bir buçuk günlük mesafedeydik. Ayrıca internet çok zor çekiyordu. Telefonun tamamen dolmasını beklemek daha garantiydi o yüzden durduğumuz civarda bir süre daha bekledik. Şarjı tamamlanınca da gideceğimiz doğrultuya doğru yollandık.
Hâlâ yanımızda çobandan aldığımız kurutulmuş meyveler vardı. Bir kısmını daha sonraya ayırıp, elimizdekileri bölüştük. Yine de hiçbirimizin açlığını bastıracak kadar işe yaramadı. Yiyecek ekstra bir şeyler bulmamız gerekiyordu. Etrafta ağaçtan başka birşey olmadığı için Açelya ağaç yememizi önerdi. Bazı ağaçların soymuk tabakasının yenebildiğini ben de duymuştum. Lakin hangi ağaçların insanlar için toksik madde barındırdığını bilmediğimizden ve yenebilirliğinden emin olmadığımızdan internetten aratmamız gerekti. Sonunda genç bir karaçam ağacının altında durup alçak dallardan birini soymaya başladık.
Rüzgâr ağaca yaslanak yere çöktü.
"Yiyemediğim şeyin yanında yatıyorum."
Hiç daha önce bu kadar kötü bir espirimsi denemesine girişmemişti, ya da açlıktan gerçekten ne dediğini bilmiyordu.
Açelya sorgulayan bakışlarını ona çevirdi.
"Rüzgâr, iyi misin."
"Galiba onu kaybediyoruz."dedim.
Dişlerini birbirine bastırdı ve "Kesin zırvalamayı." diye tısladı.
Daldan şerit şeklinde parçalar kestik ve yemeye başladık. Yediğim en iyi yemek değildi ama en ķötü olan da değildi. Üçümümüzde, umutsuzca dişlerimizle hafif şekerli tahta parçalarını çekiştiriyorduk. Ağacın aramosı güçlüydü. Hafif acımtrak olabilirdi fakat yemeye devam ettikçe ister istemez alışıyordunuz. Gezinmeye devam ederken yosunların üzerinde türlü renkte mantarlar gördük. Ama bunların yenebildiğini düşünmüyordum. Muhtemelen ne kadar renkliyse bir o kadar da zehirliydiler.
Hava kararınca üç tane bitişik ağacın ortasına ateş yaktık. Ara sıra vahşi hayvanların sesleri duyuluyordu. Muhtemelen daha önce hiç ormanın bu denli derin noktasından geçmemiştik. Ne kadar yürürsek yürüyelim arada mutlaka bir açıklığa ya da savanlık bölgeye denk gelirdik. Ama şimdi neredeyse iki üç gündür sadece ormanlığın içinden gidiyorduk.
Ateşin etrafında kümelendik. Dallardan zar zor gözüken gökyüzünden başka gördüğümüz tek şey solgun ve titreyen ateşin ışıklandırdığı birbirimizin yüzüydü. Açelya'nın gözleti bir anlığına arkamdaki bir noktaya odaklanmıştı.
"O da neydi?"diye sordu Açelya.
"Çok merak ediyorsan gidip bakabilirsin." diye cürrete davet etti Rüzgâr.
İkisinin de baktığı tarafa arkam dönüktü, bu yüzden olan biteni görememiştim. Dakikalar sonra olay tekrar vuku bulmuştu ve bu sefer arkamı dönüp yakalayabilmiştim. Ağaçların arkasından beyaz küresel ışıklar görünüyordu. Saniyelik bir parlamaydı.
"Ölü mumu. Folk mitlerinde "Will o' the Wisp" diye geçer."
El fenerini çantasından çıkarıp yüzünün altına tuttu Rüzgâr.
"Ölmüş çocukların ruhu olduklarına inanırlar."
Söylediği şeyler hafızamı tazelememe neden oldu. Böyle bir fenomeni bir ara ansiklopedi karıştırırken görmüştüm. Boş zamanlarında ansiklopedi okuyan bir inektim.
"Bataklıklardan çıkan fosfat gazının tepkimesiyle oluşur diye de bir şeyler hatırlıyorum. Eğer doğrysa yakınlarda bir bataklık var demektir. Eski insanlar ister istemez mistik bir şekilde yorumlamış."
Açelya hafifçe kaşlarını havalandırarak söylendi.
"Bu konu hakkında pek fazla şey bilmeyen bir tek benim herhalde."
Tamamen tesadüf eseri bildiğim bir şeydi. Ve kimseyi kaygılandırmadan çözüldüğüne sevinmiştim. Arada ansiklopedi karıştırmanın faydaları da olmuyor değildi. Ateşin çıtırdaması ormanın gece sesleriyle birleşiyordu.
Bazen böyle durumdayken vahşi hayvanların gelip bizi yememesi çok şans eseri gelyordu. Ama ne kadar kaygılansam da uykuya teslim olacaktım. Çünkü her zaman öyle oluyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasySırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...