Yürümek rutin hale geldiği için fazla sorgulamadan devam ediyorduk. Coğrafya fazla engebeli değildi ve ağaçlar bodur ve seyrekti. Her ne kadar karayolunu uzaktan paralel rotayla takip etsek de aralarda nadiren başka yönlere ayrılan toprak patikalar karşımıza çıkıyordu. Alışveriş merkezi binasından ayrıldıktan sonra kimse konuşmamıştı. Ara sıra zaten pek de işlek olmayan yoldan geçen arabalar hafifçe gürültü getiriyordu. Bunun dışında doğa sesleri arasında meditatif sayılabilecek bir yürüyüşteydik. Gün boyunca yürüyebildiğimiz kadar yürüyüp gideceğimiz yolu azaltmaya uğraşıyorduk. Akşamüstü terkedilmiş bir üst geçitin altında dinlenmeye durduk. Yine de karayolunun çevresi olduğu için uyunabilecek kadar güvenli miydi emin olunamazdı. Şehirden aldığımiz ama daha fazla dayanamacak yemekleri pişirip yememiz gerekti. O yüzden çukur kazdık. Dal çalı gibi şeyler toplayacak ve ateş yakacaktık. Çantamı karıştırdığımda yemekler dışında avmde yürütüp çantama tıkıştırdiğım kağıt dikkatimi çekti. Buruşturup topladığım çalıların arasına ekledim. Nasılsa başka işe yaramayacaktı. Yemekleri çıkardık ve alevin etrafinı desteklemek için bir kaç taş ile çevreledik.
Açelya plastik brandanın içindeki köfteleri çubuğa dizdi. Bir süre sonra da konuşmadan yemek yedik.
Rüzgâr önünde yanan ateşe gözlerini dikmekteydi. Derken hafifçe kaşını kaldirarak alevler arasındaki bir şeye uzandı. Yarı yanmış vaziyetteki kağıdı eliyle düzleştirdi ve hışımla oturduğu yerden kalktı.
"Ne demek oluyor bu?!"
"Avm'deki polis tutanağı... Seni o şekilde bırakmaya razı olamazdık."dedim.
"Sizden yardım isteyen oldu mu?"diye hiddetlendi Rüzgâr.
"Aslında Nora'nın fikriydi. Bana da yanlış gelmedi."dedi Açelya.
Açelya'nin direkt benim fikrim olmasını söylemesi beni savumasız hissettirmişti ve neden böyle hissetiğimi çözememiştim. Söze devam ettim.
"Bu doğru, ama Açelya yardım etmeseydi yapamazdık."
Bu lafımın ardından Rüzgâr bana tüylerimi diken diken eden bir bakış attı.
"Ama buna neden bu kadar öfkelendin? Ya da neden yapmamamız gerektiğini duşünüyordun?"
"Evet Rüzgar, niye bu kadar sinirlisin?" diye ekledi Açelya.
Rüzgar bir süre duraksadı. Ve sonra yine hiddetlenerek devam etti. Bir an bakışların değiştiğini sanmıştım. Oysa şu an yine buz gibi ve yol vermeyen cinstendiler.
"Sinirliyim... Çünkü sinirliyim işte."dedi ve arkasını dönerek boş karayoluna doğru uzaklaştı.
Gökyüzünde dolaşan ağır bulutlar bulunduğumuz tarafa doğru geliyordu. Üstünkörü eşyalarımızı topladık ve Açelya ile ne yapacağımızı soran bakışlarla bakıştık. Görünüşe göre bu gün de yağmur yağma riski vardı. Rüzgâr dönene kadar, gece uyumak için, fazla uzaklaşmadan, kuytu, kapalı bir yer aramaya sözleştik. Bir süre yolun güneyine doğru uzaklaşıp metruk yapı gibi bir şeyler aradım. Karayolu çevresinde bu şekilde bırakılmış yapılar olabileceğini yaşayarak tecrübe etmiştim. Yine de daha sonraları yürüdüğüm yerden geri baktığımda üst geçidin yapısı dikkatimi çekti. Fazla umutlu değildim ama belki aradığımız üstü kapalı bölge dinlenmeye oturduğumuz andan beri başımızın ucundaydı. Hiçbir şey olmasa en azından bölgeye daha yukarıdan ve geniş açıyla bakardım. Merdivenleri çıktım ve yapıyı incelemeye başladım. Umutlu olmamakta haklıydım. Gözlerimi kısıp aşağıda duran bölgeye yine dikkatle baktım. Güneşin batmasına zaman olsa da hızlı hareket etsek hiç fena olmazdı. Merdivenleri inmek için köşeyi döndüm ve Rüzgâr'ın ilk basamakta oturyor olduğunu gördüm. Dönüp göz ucuyla bana baktı ve adımlarım geri geri gitti.
"Pardon, burada olduğunu bilmiyordum. Araziye bakabilmek için çıkmıştım, hemen gidiyorum." diye mırıldandım.
Rüzgar omuz silkti ve eliyle etrafı gösterdi. Çakısıyıla ara sıra yaptığı gibi alalade bir dalı yontuyordu.
"Zorunda değilsin, burası gayet kamuya açık alan gibi duruyor." dedi.
Daldan çıkardiğı bir şeriti yuvarlayıp parmağının ucuyla uzağa fırlattı.
"Hem yalnız kalmak isteseydim gerçekten beni bulamacağınız bir yere giderdim."
Gözlerimi karayolunun perspektifte bittiği ufuk noktasına diktim ve bulutlara göz attım.
"Yağmur yağma riskine karşı kuytu bir yer arıyorduk. Aşağıda tekrar buluşmaya sözleşmiştik." dedim.
"Pekala, birazdan orada olurum."dedi Rüzgâr.
Merdivenlerden aşağıya indim. Geçidi destekleyen kolonların önünde sönmüş kamp ateşi oluğunun önüne yaklaştım.
Açelya ağaçların arasından gelerek eski bir kümbet bulduğunu söyledi. Batan güneşin kızıl ışıklarıyla birlikte oraya yürümeye başladık. Bodur otların arasında çatısı kubbeli bir yapı duruyordu. Yerden yüksekliği bir buçuk metreyi aşmazdı. Zemini yere doğru kazılmıştı. Doğrusu I. Dünya Savaşı zamanından kalma tüfek ambarlarını hatırlatıyordu. İçeriye girip, etrafı biraz daha incelediğinizde ise izlenimlerinize farklı bir boyut geliyordu. Burası yıllar önce bir nevi depo olarak kullanılmış olabilirdi. Lakin yapım tarihinin çok daha eski, belki orta çağ, zamanlara gittiğini hissetmemek mümkün değildi. Günun yorgunluğunun hakkını verircesine yere çöktük. Hava çoktan kararmıştı. Ne kadar erken uyursak sonraki gün de o kadar gün ışığında seyahat etme fırsatımız olurdu. Fakat ufak bir problem belirecekti.
"Trık trık trık trık trık trık..."
"Trık trık trık trık trık trık..."
"Şu elindeki boncukla kim oynuyor?" diye sordu Rüzgâr.
"Ben değil." dedi Açelya.
"Bende de boncuk yok."dedim.
Ses çok hafif gelse bile sessizliğin içinde mevcudiyetini delici bir şekilde koruyordu. Keyifsice doğrulduk ve etrafa bakınmaya başladık.
"Öyleyse neden ve nereden geliyor bu ses?" dedi Açelya.
Çantamızdan çıkardığımız el fenerleri ortamı aydınlatmıştı. Rüzgâr duvarın dibindeki çentikleri büyük bir dikkatle inceliyordu. Girişe doğru ilerlerken bacağımı örülü duvarın önünde duran irice bir tuğlaya çarpmıştım.
"Burası eski bir mezar, yıllar önce bir muharip yanında bulundurduğu evcil hayvanıyla birlikte buraya gömülmüş."diye açıkladı Rüzgâr.
Yerdeki tuğlayı kaldırdım ve elimde feneri taşın arkasındaki yüzeye tuttum. Duvarda bir geyik ve bir adamın kabartması kayaya işlenmişti. Herkesin görebilmesi için önünü açtım. O anın hissettirdiklerini şuna benzetebilirdim: Ücra bir bölgede yaşayan uzak bir akrabanıza yatıya gidiyordunuz. Geceleyin tuhaf gürültülerden ve ortamın garipliğinden uyku tutmuyordu. Evin içinde uykulu vaziyette voltalarken mutfagın cılız ışığının yandığını fark ediyor bir su içmek için akrabanizın yanına gidiyosunuz. Alalade muhabbet ederken laf arasında size evin altında yatır olduğu bilgisini veriyordu. İşte öyle tekinsiz bir histi.
Rüzgâr 'ın incelediği yere tekrar feneri tuttum. Duvardakiler çentik değillerdi. Eski bir runik alfabeydi!
"Bu yazıları okuyabiliyor musun?" dedim büyük bir şaşkınlıkla.
Aslında cevabıı merak etsem de soru niyetine söylediğim bir cümle değildi. Ne var ki karşılığında her zamankinden daha beter bir tepki vardı. Ölüm kadar sessiz bir tepki. Başını kaldırıp ne bana baktı ne de Açelya'ya. Aslında öfkeli bile değildi. Karanlık, dipsiz bir kuyuya düşmek gibiydi.
Daha sonra fenerin ışığını yine kabartmanın üzerine tuttum.
"Trık trık trık trık trık trık..."
Hala ses duyuluyordu. Ya bu sefer gerçekten daha güçlü çıkıyordu ya da durumun yarattığı panikten her şeye dikkat kesildiğimiz için kulağa öyle geliyordu. Üçümüzde istemeden kabatmalı resmin üzerine odaklanmıştık.
Geyiğin gözleri tuttuğumuz fenerden mi daha parlak görünüyordu, yoksa gerçekten gözleri faltaşı gibi açılmış ışıldayarak bize mi bakıyordu.
Peki ya boynuzları? Hızlıca büyüyen bir ağaç gibi, ışıltı oraya da yayılmıştı. Nabzımın hızlandığını, ellerimin terlediğini hissettim. Koordine bir şekilde eşyalarımızı toplayıp, hızlı hatta koşar adımlarla oradan uzaklaştık. Ve gecenin bir yarısı yine ormanda yapayalnızdık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasySırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...