Üzerinde yürüdüğümüz zemin bir süre daha kumluk devam etti. İrili ufaklı kayalıkların arasında kaktüsümsü ve sukulent tarzı bitkiler filizlenmişti. Sonra tepeler yeniden yükselmeye başladı.
Bloknotu ateşin içine fırlattığından itibaren, Rüzgâr ile tek kelime konuşmamıştık. Uzun bir süre de öyle devam etti. İkimizde ne yöne gideceğimizi biliyorduk. Bir kaç kere ağzımı açıp birşeyler söylemeye yeltendim, ama kelimeler ağzımdan çıkmadı. Fakat en sonunda konuşabildim.
"O bloknota hiç bakmamalıydım... Cidden... Ben..."
Ve devam ettim.
"Durumu düzeltecek bir şeyler arıyordum, kendi çantamı karıştırırırken, Peren'in ikram ettiği o nahoş sıvıyı buldum. Üzerinde " Şifa İçin." yazıyordu, hiç umudum yoktu ama kendi üzerimde denedim ve işe yaradı. Yanımızda ne kadar olduğunu bilmem lazımdı. O yüzden çantana baktım ve sendeki şişeyi buldum. Ve içindekileri gördüm. Su içtiğin matarad.."
Sözümü kesip,
"Suyun tadı o yüzden berbattı demek. Seni sinsi cadı!" diye haykırdı.
"Söyle nerede o?" dedi öfkeyle.
"Şişeyi mi diyorsun, onu bulmakta zorlanmadım. Çantanın dıştaki yan gözündeydi."
Hızlıca karıştırıp onu çantasından çıkardı. Cam şişeyi yumruğunun arasında sıkıyordu.
"Lanet olası kart büyücü!.."diye homurdandı.
Elindekini kaldırıp kırmaya yeltendiğinde panikle önüne atladım.
"Dur yapma, ya daha sonra yine lazım olursa?"
Durduğum yerden net bir şekilde dişlerini gıcırdattığını duyabiliyordum. Sonra yumruğunu sıkmayı bıraktı.
"Peki, öyle olsun bakalım."
Ardından yürümeye devam ettik ve çevresi çitlerle çevrilmiş bir köy yoluna rastladık. Etrafta başka bir şey yoktu ve yolumuza çok da ters değildi. Biz de onun üzerinden devam ettik. Birkaç defa yokuş çıkıp, yokuş indik. En sonuncu yokuşta adımlarımı birbiri ardına atmaktan bitap düşmüşken küçük bir kasap dükkanı gördüm. Çevresinde hiçbir şey olmayan bu yerin ortasında... Vitrininde sicim sicim sucuklar, tavuk butları ve butların müstechen yerine takılmış mavi karanfiller... Vegan olsaydım çıldırırdım herhalde. Bir dakika bu görüntüye çıldıracak birini tanıyordum.
"Açelya..."
Umarım hala hayattaydı.
Gördüğümün gerçek olup olmadığı anlamak için daha da yaklaştım.
"Deliriyor muyum yoksa önümde gerçekten vitrininde butların kaba etlerine karanfiller takılmış bir kasap mı var?" diye söylendim kendi kendime.
Rüzgâr geriden gelip yanıma çöktü.
"Sanmıyorum, çünkü aynı şeyi ben de görüyorum."
Bir süre daha dışarıda gördüğümüz manzaraya anlam vermeye çalıştıktan sonra içeriye girdik. İçeride bir kaç kara sinek vızıldıyordu. Tezgahda duran amca de sineklikle onları vurmaya çalışıyordu. Kendimi tutamadım ve:
"Vay canına, burasi gerçekten sinek avlıyor!" dedim.
"Gençler, ayıp oluyor ama."
Bir süre amaçsızca dükkanın içinde dolandık. Bizim dükkanını incelediğimiz gibi amca da dikkatle bizi inceliyordu.
"Yorgun görünüyorsunuz, oturun birşeyler için." dedi.
Rüzgâr omuz silkti ve "Olur." dedi.
O kadar yolu yayan yürüdükten sonra hiçbirimizin derisi teklif edilen bedava şeylere hayır diyecek kadar kalın değildi.
Eline tepsiyle çayları getirdi ve nazikçe teşekkür ettik.
"Beni bağışlayın ama o kadar yer varken, neden bu yol gitmez kervan geçmez yere dükkan açtınız?" diye sordum.
"Anlaşmaya göre buraya dinlenme tesisi açılacaktı."dedi.
Dolandırılmamış olmasını umdum. Biraz daha dinlendikten sonra yola devam etmek için oradan ayrıldık. Ayrılırken adam bize bir kutu dolusu sakız verdi ve bunları uzun zamandır satamadığını söyledi.
İçine baktığımda sakızların neredeyse taşlaşmış olduklarını gördum. Neyse en azından paketlerinin üzerinde geçici dövmeler vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
FantasySırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...