Ahmet
"Al abiciğim şunu! Sabaha kadar beklemeyelim seni." Kamyonuna yaslanmış, aceleci bir tavırla söyleniyordu Ahmet. Saat neredeyse dört kırk beş olmak üzereydi ve dükkan sahibi hala indirmiyordu mallarını.
"Tamam aslanım, çocuklar geldi işte daha da bebe gibi azarlama bizi." Ahmet derin bir nefes alarak kendi sakinleştirmeye çalıştı. Yine laf ederse burası bu hafta içinde kovulduğu üçüncü yer olurdu. Paraya ihtiyacı olan bir zamanda kendi ayağına sıkamazdı.
Doğrularak kalktı yaslandığı yerden. Burada durmasının bir manası yoktu. Beş dakika vardı Canan'ını aramasına, en azından içeride kimse işitmezdi onu. Kamyona girdiğinde radyoyu kendi sesini bastırmak için açtı.
Hem hevesle hem de korkuyla sayıyordu dakikaları. Sesini özlediği için hemen aramak istiyordu ama zamanın önemli olduğunu biliyordu. Telefonun başkasında olma ihtimaline karşın asla habersiz, erken ya da geç aramıyordu.
Korkuyordu, korkuyordu çünkü bugün konuşacaktı onunla. Canan telefonu açıyordu, iki kelime ediyor sonra susuyordu ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Buluşmak için birçok defa mesaj atmıştı Ahmet. Her seferinde gitmiş, beklemişti ama Canan hiçbirine gelmemişti. Ahmet onun çıkmasının zor olduğunu biliyordu. Bunun için Mete'den de yardım istemişti ama kız yine de gelmemişti. Ahmet'in verdiği sözü tutmasını istiyordu fakat bu o kadar zordu ki.
Ahmet onunla konuştuktan sonra birçok yol düşünmüştü. Her biri çıkmaz sokaktı. Canan'ı kaçırmaktan başka çaresi yoktu ama biliyordu ki bunu yapmaya çalışırsa daha şehirden çıkamadan yakalardı babası. Gidebilseler bile nereye gideceklerdi? Ahmet kimsesizdi, ne annesi ne babası vardı. Kimse elinden tutup yardım etmezdi. Köyde yapabildiği tek şey taşıyıcılıktı. Yakınlardaki şehirlere gidiyordu ama büyük şehir görmüş sayılmazdı. Oraya gitse kim kabul ederdi onu? Nerede kalırlardı? Ne iş yapardı?
Bir de Ali vardı, Canan'ın ona aşık olmadığını biliyordu ama Ali bir kurtuluştu. Okumuş, öğretmen olmuştu o. Büyük şehir görmüştü ve kızı alıp götürmek istiyordu. Canan'ını koparacaktı ondan.
Bir çare bulamasa bile izin vermezdi Ali ile evlenmesine. Sonunda yakalanacak olsalar bile kaçırırdı kızı.
Radyodaki şarkı değişirken düşüncelerinden kurtulmak için dinlemeye çalıştı.
"Hal hal..." Dedi Barış Manço radyonun bir ucundan. Derin bir nefes aldı Ahmet. Aklını Canan'dan uzaklaştırmaya çalıştıkça iyice yer ediyordu kız.
"Köye döner Nazo gelin. Yavru ceylan gibi kaçar, seke seke, çaydan geçer. Nazo gelin ayağına takar; hal hal." Şarkıdaki gibi narince süzülürdü Canan da.
Kafasını koltuğa yaslarken gözlerini yumdu. Şarkı çalarken aklındaydı Canan ve az önceki gibi kaçmak istemiyordu bu düşünceden. Tam tersi gözlerini kapayarak sabitlemişti Canan'ın güzel yüzünü.
"Bir bakışı canlar yakar. Gülüşüne cihan değer." Yeşil gözler ne zaman kendi gözlerine değse kalbi hızlanıyordu sarışının. Kendisine karşı anca öfkeli gülüşünü görmüştü ama ona bile aşık olmuştu Ahmet. Altın kahve saçlarına, yaptığı örgülere, her ne kadar masum olsa da güçlü yeşil gözlerine hatta bıçaktan keskin sözlerine bile aşık olmuştu.
"Ayağında gümüş hal hal, ince nakış gümüş hal hal..." Belki de bir hediye almalıydı ona. Bir yüzük almak isterdi ama takamazdı ki kız. Parmağı zaten Ali'nin yüzüğü ile doluydu. Takmak istese görür laf ederlerdi ama ayağındaki hal halı ya da gerdanındaki kolyeyi kimse görmezdi. Sevgisini bir parça takıya indirgemek istemiyordu ama belki böyle anlardı kalbini, en azından dinlemek için dursa yeterdi Ahmet'e. O dursa, dinlese Ahmet anlatacaktı.
Saat tam dört kırk beşi vurduğunda, gecenin koyu mavisi git gide soluklaşırken aradı Ahmet, Canan'ını.
"Alo?" Dedi kız. Kendisi olduğunu belli ediyordu böyle. "Günaydın." Dedi yine, her sabah olduğu gibi.
"Günaydın Canan'ım." Bu titrek ses yeniydi. Canan'ın, Ahmet'in konuşmasını beklemediği sessizliğinden belliydi. "İki kelime edeceğim sadece, çok tutmam seni."
"Konuş." Sanki her sabah Ahmet aramıyormuş, aradığında Canan açıp sessizce dinlemiyormuş gibi, bu yeni bir şeymiş gibi sitemli bir sesle konuştu kız.
Ahmet'i seviyordu ama Ahmet olmadan, onu sevmeden seviyordu. Karşılık bulmadan da sevebildiği için hatalarına müsamaha göstermiyordu. Aynı memleketi gibiydi; zamanı gelince soğuk, köydeki çay gibi hırçın ve öfkeliydi Canan.
"Çiçek'lerin küçük kızı evleniyormuş." Düğün bu geceydi. "Bir şans, belki seni görebilirim." O kadar hasretti ki kıza. Uzaktan görse bile yeterdi. Görürüm umuduyla evinin etrafında araba ile tur atıyordu ama onu görenlerin laf etmesinden, kıza laf gelmesinden korkuyordu. "Gelir misin?"
Önce bir sessizlik yanıtladı Ahmet'i. Canan'ın nefes sesinden başka bir şey duyulmazken Ahmet'te pantolonun kumaşını heyecanla kavramıştı.
"Bilmiyorum, bugün işim var. Anam zorlarsa gelirim." Sesindeki kar bir türlü silinmiyordu Canan'ın.
"Senin için gelmem, zorlarlar da gelirsem üstüne alma diyorsun yani." Ahmet burukça gülümsedi. Böyle tepki vereceğini bildiği halde her seferinde kalbi kırılıyordu.
"İşim var, ne edeyim? Şehre gidip davetiye işi ile uğraşacağım." Sözler kalbine işlerken öylece kalakaldı. Geçen her saniyede ölüyordu zaten, bir de böyle gelişmeleri duymak boğazındaki soluğu kesiyordu.
"Benim bu saatten sonra sana yapabileceğim tek iyilik; davetiye vermemek Ahmet." Sözlerinin ardından kapadı telefonu.
*
Saat on ikiyi vurduğunda anca meydana varabildi Ahmet. Öğlen iş olmadığı için genelde buralarda olurdu.
Kahvede çayını yudumlarken yalnızdı. Mete işinde olduğu, bugün de çarşamba olduğu için herkes merkeze, bankalara para çekmeye gitmişti. Boş kahvede otururken gözlerini uzaktan beyazlığı sayesinde seçilen eve dikmişti. Ali'nin eviydi orası.
Ali'nin çıktığını görüyordu. Merkeze giden duraklar kahveye yakın olduğu için buraya doğru geliyordu. Gözleri Ali'deyken herhangi bir çekincesi yoktu hatta laf etse diye bekliyordu. Bir bahane bulsa kavga çıkaracaktı.
Ali, otobüsün yanına geçince eli telefonuna uzandı. Canan'ı arıyor olmalıydı, Canan'ın dediği gibi davetiye için gideceklerdi belli ki.
Telefonu kapatıp cebine attı ve otobüse yaslanarak etrafa baktı. Geçenlerden bazıları selam veriyordu ona. Ahmet daha önce de görmüştü bu görüntüyü, büyükler severdi onu. Pek kıymetliydi altın oğlan.
Çevredekilerle konuşurken yüzüne koyduğu gülüşü Ahmet'in canını sıkıyordu. Mutlu olması, istediği her şeyi rahatlıkla alabilmesinden nefret ediyordu. Yakışıklıydı, kızların gözü ondaydı, okumuş diye saygındı, babası ve soyadı sayesinde herkes severdi onu. Necdet de bu özelliklerinden dolayı istemişti onu.
Canan olayından önce Ali'ye karşı bir düşüncesi yoktu ama şimdi ona bakınca, bakışlarındaki nefret elle tutulurcasına yoğunlaşıyordu. Ali'yi birçok yerde görmüştü ama hiç bu kadar kasılarak davrandığını fark etmemişti. Sinirle soludu Ahmet. Kahve de söylediği şarkıyı, meyhanedeki artist tavırlarını, imalı sözlerini, sözde okul için yardım isterken okuduğu kibir kokulu nutuğu hatırlıyordu.
Düşünceleri yoğulaştıkça sıkıyordu bardağını. Cam bardak elinde patlamadan önce zar zor bırakıp ayaklandı. Biraz daha durur izlerse kavga çıkaracaktı. Canan gelmeden gitmesi en iyisiydi. İkisini bir arada görmeye dayanamıyordu.
Bugün kızla konuştuktan sonra bakacaktı Ali'nin icabına.
Herkes nefret ediyor ama ben seviyorum Ahmet'i. Benim karakterim olduğu için de olabilir tabii ki.
Birazcık onun da düşüncelerini görelim diye bir bölümcük verdim. Daha da vermem tahminen, yani istek olmazsa.
-Lisa