Selamlar, sizi seviyorum. İyi okumalar... :)
Okurken mantığınızı devre dışı bırakmanızı istiyorum. Lütfen.
Gözlerim, kendilerini dünyaya sergilemek için direnseler de, ensemde hissettiğim şiddetli ağrı uyumam için çatışmaya hazırdı. Uyursam, ağrıyı unutabilirdim ve canım da daha az yanardı. Ama beynim, bir şeylerin ters gittiğine dair kırmızı alarm veriyordu ve uyanmamı tetikliyordu. Sahi, enseme ne olmuştu benim?
Sonunda gözlerim zafer bayrağını ele geçirdi. Minik bir aralıktan dünyaya uzandım ve olan biteni anlamaya çalıştım. Başım öne doğru eğik olduğu için ilk önce kirli bir zemin belirdi gözlerimde. Kare şeklindeki fayansların üzeri tozlarla kaplıydı. Ensemdeki ağrının şiddetlenmesine rağmen kendimi zorladım ve başımı kaldırdım. Şimdiyse tam gözümün içine vuran bir güneşle karşı karşıyaydım. Bana inat gibi, parlıyor, sarılığı gitgide artıyordu sanki. Daha fazla güneşe bakamayacağım için elimi siper etmek üzere kaldırmaya zorladım. Ama bir işe yaramamıştı, çünkü bileklerimdeki kalın ip, iki elimi de birbirine birleştirmişti. Çıkarmak için biraz zorlasam da, bileklerim acımaya başladığında pes ettim. Başımı ayaklarıma eğdiğimde onların da ellerimden farksız olmadığını gördüm. Belimdeki, beni sandalyeye sabitlemek zorunda bırakılan ipi gördüğümdeyse, şaşkınlığım sönükleşmişti. Ellerimi ve ayaklarımı bağlayan birisi, pekâlâ beni sandalyeye de bağlayabilirdi. Ve her şeyi anımsadım. O adam başıma bir şey vurmuş ve beni bayıltmıştı.
Tavana yakın pencereden gelen güneş ışığı haricinde karanlık bir yerdeydim. Ve tozlu havaya alışık olmayan ciğerlerim nefes alıp verirken çırpınıyordu. 'İmdat' diye bağırma fikri beynimde yankı bulsa da, o tarafa karşı daha mantıklı düşünen tarafım, susmamı ve başımın çaresine bakmam gerektiğini söylüyordu. Haklıydı. O adam ortalığa çıkmadan buradan kurtulmanın yoluna baksam iyi olacaktı.
Gözlerimi içinde bulunduğum, depoya benzer yerde gezdirmeye başladım. Sağ tarafta küçük, ahşaptan yapılmış bir masa vardı. Üzerinde de plastik bir sürahi ve cam bir bardak vardı. Beynime pat diye düşen gerçekle hızlı bir karar verdim. Cam bardağa ulaşıp yere düşürerek bağlı olduğum ipleri kesebilirdim. Ayaklarım yardımıyla sandalyenin yönünü zorlukla masaya doğru çevirdim. Düşmeme ramak kalmıştı az önce.
İple birbirine dolanmış ayaklarımı daha düzgün bir konuma getirdim ve biraz öne aldıktan sonra sandalyeyi çekmeye başladım. Santim santim de olsa ilerleyebiliyordum çok şükür. Tahminimce bir dakika sonra masaya yaklaştım. Arkasında biraz boşluk vardı. Masayı sallayarak bardağı yere düşürmeliydim. Tabii, her şeyin dışında tuttuğum bir şey vardı: O adamın düşen bardağın sesini duyması.
Ayaklarımı denge konumumu koruyarak havaya kaldırdım ve masanın ayaklarından birisini iki ayağımın arasına kıstırdım. İlk önce yavaş yavaş başlattığım sarsıntıyı giderek arttırdım. Birkaç saniye sonra masanın ucuna kayan bardak, sonunda dayanamadı ve gürültülüce yere düştü. Birkaç parça, birbirine yakın yerlerde sabit bir konum elde etti. Ah, kırmayı başarabilmiştim.
Umarım o adam şu an farklı bir yerdedir ve bunu duymamıştır. Lütfen, lütfen, lütfen.
Diğerlerine oranla daha büyük olan cam kırığını ayaklarımın arasına kıstırdım ve küçük masanın üzerine koymak için çabaladım. Boyu kısaydı masanın. Bacak kaslarımı bir hayli yorsam da sonunda amacıma ulaşmıştım. Küçük yaşta jimnastik kursuna gitmem, gerekiyormuş demek ki.
Ayaklarımı tekrar aşağı indirdikten sonra masaya biraz daha yaklaşmaya karar verdim. Yaklaştığıma emin olduktan sonra, cam kırığını dudaklarımın arasına aldım. Kesmemesi için dudaklarımı birbirine bastırmamaya özen gösteriyordum. Kafamı belime doğru iyice eğdim ve cam parçasını dilimle biraz daha ileri ittirip dişlerim arasındaki yerini sağlamlaştırdım. Ama ip yatay duruyordu ve cam bu hâldeyken ipi kesemezdi. Camı dişlerimin arasında zorlukla dikey hâlâ getirdiğimde bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Muhtemelen cam damağımın bir kısmını kesmişti. Camı damağıma ve dilime değil de, daha çok dişlerime temas ettirerek ipe sürtmeye başladım. Boynumu kastığım için minik bir ağrı saplantısını davet etmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LACİVERT
Teen FictionAŞK... Üç harf, tek heceye sığdırılmış iki koca hayat... Sadece aşk mıdır, her şeyi zorlaştıran? Ya da sadece aşk mıdır, her şeyi kolaylaştıran? Her şeyi unutmak mı daha kolay? Yoksa yaşadığın her saniye hatırlamak mı? Peki ya AŞK?...