25 - SADECE

361 20 0
                                    

Geçmiş bayramınız mübarek olsun değerli okurlarım. Sizleri seviyor ve öpüyorum, iyi okumalaaaar. :) ;)
Medyada Lacivert için yapılan bir kapak var. Ancak fonttan kaynaklanan bir sorundan ötürü soy adım yanlış görünüyor. Bu yüzden saçma eklemeler yapmak zorunda kaldım. Kapağı yapan Aurolorina, Hawkorina Kapak  Tasarım sayfasına ve aracı olan Esma arkadaşıma teşekkürlerimi sunuyorum.
Bazı anlar olur. Hem konuşmazsınız, hem hareket etmezsiniz. Hem önüne geçip güçsüz ellerinizle durduramazsınız, hem durdurmaya çalışırsınız. Bunu yapmak, çaresizliğinizin her bir harfinin sıkıca dokunduğu halıyı yere sermekten başka bir şey değildir. Çaresizlik dilinizin üzerinde ekşi bir tadı avuçlarıyla yayar ve sizi bununla yalnız bırakır. Yutkunursunuz; ama harfler sıkıca tutunur ve kayıp gitmezler. Siz onları azarlarken sırıtırlar ve o tat hâlâ damağınızdadır. Harfler, en çaresiz anınızda size saldırırlar ve sizi mahvederler.
Kelimeler, cümleler sizden yorgun adımlarla uzaklaşır ve yalnız kalırsınız. Dudaklarınız dişlerinizin arasında dışarı itecek birkaç harf arar; ama hepsi gitmiştir.
Saçlarımın üzerine yavaş yavaş dökülen kar taneleri saniyelerin üzerine de oturmuş ve onları da sıkıştırmış gibiydi. Dakikalar kaybettikleri saniyeleri ararken ben gözlerimi kırpmadan izliyordum her şeyi. Yaklaşıyordu. Bana.
Çaresizlikten hiç bu kadar tiksinmemiştim. Bir yanım, bırak her şey olması gerektiği gibi olsun, diyordu. Diğer bir yanımsa, hayır, diyordu. Sen olması gerekenin tersini yaşamalısın.
Kahverengi saçlarının üzerine düşen her bir kar tanesi benim ruhuma düşen farklı birer duygu zerresi gibiydi. Ruhum, üzerine eklenen duygu zerreciklerini kolayca kabullenip ev sahipliğine hazırlanırken; ben farklılığın kokusu karşısında burnumu kırıştırıp kovmaya çalışıyordum. Korkuyordum çünkü. Aynı anda tonlarca duygunun ruhumu delip kalbime yerleşmesinden deli gibi korkuyordum. Ruhum yırtıktı. Saniyelerin ardından daha da çok yırtılıyordu. Yok oluyordum. Yavaş yavaş...
Gözlerim kısa bir anlığına gözlerine değdiğinde gözlerime bakmadığını gördüm. Gözleri sıkıca kapalıydı. Her şeyi içlerine düğümlemiş ve uzun kirpiklerinin arkasına saklamış gibiydi.
Parmaklarım, kararsızlığın oyuğunda anlamsızca kıpırdandığında Berker'in görmemesi fırsatından yararlanarak dudaklarımı ıslattım. Bir şeyler yapmam gerekiyordu; ama bunun engellemek ya da kabul etmek tezatlığından hangisi olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı: bir şeyler yapmalıydım artık.
Ve ben, aramızda milimler kaldığında ellerimi Berker'in göğsüne koydum. Kasları avuçlarımı doldurduğunda kelimeleri önüme kattım.
"Dur." dedim. "Berker dur."
Kelimeler üzerilerine kan dökülmüş gibi sıcak ve ölüydüler. İçimdeki yabancı taraf dizlerini kendine çekerek zihnimin duvarına yaslandı. Yaptığım şeyi onaylamadığını gösteriyordu bu hareketi.
Göz kapakları yavaşça kalktığında mavi gözleri karanlıkta simsiyah gözüküyordu. Havanın soğukluğu tenimi dürterken Berker'in gözleri karşısında ürperdim. Gözleri o kadar duyguya ev sahipliği yapıyordu ki çok kalabalıktı, iğne atsan yere düşmez, diyecek kadar.
"Neden?" dedi. Fısıltı şeklinde dökülen sesi kulaklarıma hızla dolmuştu. Yutkunduktan sonra dudaklarımı kemirmeye başladım. Verecek bir cevabım... Yoktu.
Neden? Bazen bir kelime kana bulanırdı işte böyle. Belki de harfler yaralandıkları için kan sızdırırlardı. Kelime kan ağlarken ben bomboş bakıyordum. Sadece.
"Berker ben..." Söyleyecek bir cümlem var mıydı? Gerekçemi önüne serecek bir cümle? Var mıydı?
Yoktu.
"Sen?" dediğinde kaşlarını kaldırmıştı. Benden önüne sereceğim güzel bir cümle bekliyordu. Ama harfler zihnimin içinde çatışmaya girmişti ve kendi gürültülerinden beni duymuyorlardı. Çığlıkları o kadar yükselmişti ki artık, hepsini kırıp geçirmek istiyordum. Ellerimle parçalayıp tuzla buz etmek istiyordum. Yaralanacaklardı ama, korkuyordum.
"Ben çok..." dedim saçımı kulağımın arkasına sıkıştırarak. "Çok özür dilerim."
"Berker, çok özür dilerim."
Kelimelerim o kadar güçsüzlerdi ki, soğuk hava karşısında harflerin yığılacağını sandım bir an. O kadar yorgun ve çaresizdi ki harfler, ayaklarını zorlukla sürüyorlardı.
"Dileme." dedi. "Özür dileme Asya."
Şaşkınlık kalbimde baş göstermeye başladığında kollarımı bedenime sardım. Bu hissi içimde hapsedip zincirleyerek bastırmak istiyordum. Başımı ayaklarıma eğdiğimde siyah çizmelerimle karşılaştım. Ayaklarımın altına uzanmış çimler solgunlukla serilmişti. Kışın soğuk buharı onları ezip geçmiş gibiydi.
Baş ve işaret parmağı çeneme yerleştiğinde küçük bir hareketle başımı kaldırıp gözlerimi gözlerine hizaladı. Az önce gözlerine biriken sert ifade parçalanarak yavaşça uzaklaşmıştı. Şimdi bakışlarına yoğun bir şefkat hakimdi. Bana karşı şefkat duyması biraz tuhaf hissettirmişti. Kötü.
"Özür dilemeni gerektirecek bir şey yok güzelim. Bunu yapmak zorunda değildin."
Kelimeleri yumuşakça zihnime yerleştiğinde zihnimde söylemek için bir şeyler aradım. Ama tüm kelimeler toz olmuş gibiydi. Zihnime ağır bir sis çökmüştü.
"Ben özür dilerim." dediğinde içimden kendime küfretmekle meşguldüm. Doğru mu yoksa yanlış mı yaptığıma hâlâ karar verememiştim. Doğru mu yapmıştım? Ya da yanlış?
"Berker, ben gideyim. Gitsem iyi olur." Kelimeler soğuk havaya sıcak nefesimle birlikte karıştıklarında, gözlerimi başka yerlere çekmeye çalıştım. Yanaklarımda sıcak avuçlarını hissetmemle beraber ürpermiştim.
"Tamam güzelim. Gidebilirsin, istediğin zaman."
Sıcaklık iliştirilmiş kelimeler kulaklarımı doldurduğunda zorlukla gülümsedim. Dudaklarım o kadar zor kıvrılmıştı ki, canımın acıdığını bile söyleyebilirdim.
"Hoşça kal." dedim alt dudağımı dişlerimin arasına almadan hemen önce. Sıcak bir gülümseme dudaklarından gözlerine kaydı. Gülümsemek çok yakışıyordu ona.
"Hoşça kal." dedi elini yavaşça kaldırarak. Montumun kollarını da geçirdikten sonra yavaş adımlarla yürümeye başladım. Elim, cebimin dışına dokunduğunda telefonumun yanımda olup olmadığını kontrol ettim. Avucumu dolduran sertlik telefonumun yanımda olduğunu gerçeklemişti.
Adımlarım solgun çimenlerin üzerinde görünmez izler bırakırken kar taneleri hızlarını artırıyorlardı. Şu an, her filmde ağzı açık izlenen o sahnelerden birinden fırlamış gibiydik. Soğuk kar taneleri üzerimize dökülüyordu biraz önce. Berker bana yaklaşıyordu yavaş yavaş. O kadar büyülü bir andı ki... Her saniyesi ayrı bir duyguyla çalkalanıyordu. Her biri ayrı bir duygunun yükünü üstlenmişlerdi. Duygular o kadar ağırdı ki sürünüyorlardı bazen saniyeler.
Saçlarımdaki ıslaklık ben yürüdükçe artıyor gibiydi. Soğuk kar zerreleri zihnime darbe vurmak ister gibi birer birer düşüyordu saçlarımın arasına. Sonra gizleniyorlardı. Yine tek tek.
Zile bastığımda birkaç saniyenin ilerleyişinin ardından kapı açıldı. Anlaşılan Buse kapıya yakın bir yerden geçiyordu o sıra.
"Saat daha on iki olmadı külkedisi."
Bıkkın bir nefes verip gözlerimi devirdikten sonra gülümsedim. Dudaklarım birkaç kelimenin hareketiyle aralandığında içeri girmek için hazırlanmıştım.
"At arabası erken dönüştü bal kabağına, kusura bakma tatlım."
"Düşürdüğün ayakkabını bulsun prensin de, saray görevlisi getirip denetsin sana. Çakma külkedisi." Ardından minik bir kahkaha attığında ben de kıkırdadım. Aklıma söylediği kelimelerden biri takılmıştı ve harfleri dağılıp dağılıp tekrar bir araya geliyordu.
Prens.
Prensessiz prensin, prenssiz de prensesin olmayacağını biliyordum. Bir arada olmadıkları sürece ikisi de bu unvanı üstlenemezlerdi. Prenssiz prenses, prensessiz de prens olmazdı.
Peki, biz bir arada mıydık şimdi? Benim prensimle? Prensim var mıydı benim? Ya da Berker miydi şu meşhur prens? Ya da... Başka biri?
"Şaka falan; ama neden erken döndün sen?" Salona geçip tekli koltuğa elbiseme rağmen yayvan bir şekilde oturduktan sonra dudaklarımı ıslatıp olayı izah edecek birkaç kelime aradım. Midemden tırmanan ekşi tadı yutkunarak geri gönderdikten sonra harfleri bir araya getirip birkaç kelime oluşturdum.
"Karabiber alerjim tuttu ve geldim. Oldu mu?" dediğimde kaşlarını çatıp "Ne?" diye sordu çirkefçe.
Yüzümü buruşturduktan sonra dudaklarımı araladım. "Ya ben seninle telefonda konuşurken Berker çorbama karabiber dökmüş. Sonra kaşınma, öksürük krizi falan derken..." dedikten sonra bakışlarımı kaçırdım. Sonrasını anlatmamalıydım.
"Sonra?" deyip tek kaşını kaldırdığında gözlerimi onun mavilerine çıkarmayıp dudaklarımı bir kez daha ıslattım.
"Sonra bir şey olmadı işte. Döndüm." dedim.
"Hımm, emin misin?" dediğinde oturduğum koltuğun kol koyulan yerine oturdu ve üzerime eğildi. Sarı saçları omuzlarının önüne dökülürken "Kendimi sorguda gibi hissediyorum Buse." dedim.
"Evet, söyle bakalım. Sonra ne oldu?" dediğinde hızlıca koktuktan kalktım. Koşar adımlarla merdivenlere yönelirken "Bir şey olmadı dedim ya." dedim.
"Önünde sonunda anlatacaksın tatlım. Merak etme." dediğinde sesi salondan geliyordu. Basamakları birer birer çıktıktan sonra odama girip kapıyı kapattım. Aynanın önüne geçip yansımamı izlemeye başladığımda sessizlik kulaklarımı yakmıştı. Sessizlik, bazen huzur aşılayan; bazense can yakan dokuz harfli ve çok anlama ev sahipliği yapan kelime. Belki de dünyanın en anlamlı kelimesi.
Aynadaki beden bana hiçbir şey anımsatmıyordu. Boşluk görüyordum sadece. Aynanın görüş alanını kaplamıştım; ama boştu işte orası. Koskoca bir boşluktu. Başka hiçbir anlam ifade etmiyordu bedenim. Dibi görünmeyen, alacalı kayalıkları barındıran, uçsuz bucaksız bir uçurumdan ibarettim sadece. Düştüğünüzde sağ çıkamayacağınız bir uçurum. Bomboşlukta boğulabileceğiniz kadar ıssız ve karanlık. Soğuk. Çok soğuk. Ve... derin.
Aynanın önünde dikilen beden dağınıktı, dışarıdan toplu olarak gözükse de. Duyguların hepsi ayrı bir yere dağılıp saçılmıştı. Ama artık onları toparlayacak gücüm ve takaatim yoktu. Parmaklarımın arasından damla damla akıp gitmişti ikisi de.
Saçlarımdaki beyaz parıltılar sıcak havanın gücü altında ezilip eriyerek saçlarımın arasına karışmıştı. Azıcık ıslanan saçlarım fazla bozulmamıştı. Dağınık değildi. Fermuarını kapatmadığım deri ceket ruhumla devasa bir uyum içerisindeydi ve sağ taraftaki düzgün çıkıntıdan telefonumun orada olduğu belli oluyordu.
Çekildim aynanın karşısından. Baktıkça boşluğa düşüyor gibi hissediyordum. Bedenimin yarattığı uçsuz bucak boşluk ben düştükçe daha da derinleşiyor gibiydi. Düşüyor, düşüyor ve düşüyordum. Her seferinde biraz daha yaklaşıyordum dibe.
Ceketimi ani bir hareketle çıkardıktan sonra sandalyenin üzerine fırlattım. Fermuarın sandalyeye çarptığında çıkarttığı tok ses odanın içinde hareket buldu ve çok kısa bir süre sonra kesilip yavaşça bir köşeye çekildi.
Elbisenin fermuarını zorlukla açtıktan sonra üzerimden sıyırıp yatağın ucuna attım. Üzerimde siyah bir atlet ve uzun bir çorap kalmıştı sadece. Bacaklarıma yapışan çorap rahatsız hissettirmişti. Belimin kıvrımı göz önündeydi.
Gardırobumun karşısına geçip gri bir eşofman altı ve açık pembe, düz bir tişört çıkardım. Çorabı kıvrak bir hareketle bacaklarımdan sıyırdıktan sonra eşofman ve tişörtü üzerime geçirdim. Hatırlamadığım bir zamanda masamın üzerine fırlattığım siyah lastik toka bana göz kırptığında elime alıp saçlarımı hızlı bir biçimde at kuyruğu yaptım. Saat sekizi geçiyordu. Teyzemlerin gelmesine çok vardı daha. Masamdaki laptopu alıp yatağımın üzerine koyduktan sonra kapağını kaldırdım. Ekran aydınlandığında internete girip arama motoruna tıkladım. Karne gününe yaklaştığımıza göre yapmam gereken bir şey vardı: ortalamamı hesaplamak.
Sınavlara fazla çalışmadığımı düşünürsek çok da iyi bir sonuç beklemediğim ortadaydı. Geçen senelerde sarıldığım ders notlarının yerini bu sene duygu karmaşası almıştı.
Sınav notlarımın ortalamalarını boş kutucuklara yazdıktan sonra sonucun hesaplanması için 'hesapla' butonuna tıkladım. Kablosuz internet sebebiyle ekran normaldekine göre biraz daha geç geldi. Sonucu görmek için ekranı aşağı kaydırdığımda içimde heyecanın kırıntısı bile yoktu.
Virgül yardımıyla ikili olarak ayrılmış dört sayı yan yana geldiğinde ortalamamı meydana getirmişti. 79, 28. Teşekkür belgesi alıyordum.
Sekmeyi kapattıktan sonra laptopun kapağını indirdim. Dün akşam telefonuma yüklediğim şarkıları dinlemek için çekmeceden kulaklığı çıkarıp telefona taktım ve kulaklarıma yerleştirdim. Seçtiğim ilk şarkının melodisi zihnimde uzanırken kelimeler de devreye girdi ve harfler notaların üzerine serpildiler.
*
"Asya, hadi uyan teyzeciğim." Teyzemin farklı çıkan sesinden sonra kısa süreli bir öksürük sesi duyuldu. Gözlerimi yavaşça araladığımda teyzem görüş alanımda belirdi ve dışarıdan bakıldığında yorgun gözüken bedenini görme fırsatı buldum. Gözlerinin altında mor halkalar belirmişti. Kılcal damarları kanlı görünerek gözlerini kızarmış gibi gösteriyordu.
"Teyze sen iyi misin?" diye buğulu bir sesle sorduğumda çarpık bir şekilde gülümseyip sabahlının önünü kapattı. "Hasta oldum tatlım. Buse de pek iyi görünmüyor. Enişten iki günlüğüne şehir dışına çıktı. Doğukan da üşütmüş sanırım. Anlayacağın ailecek hastayız. Bugün evi idare edebilir misin? Odadan çıkacağımı sanmıyorum."
Yatakta aniden doğrulduktan sonra yutkunup saçlarımı karıştırdım.
"Tabii teyze ben hallederim. Sorun değil."
"Tamam hayatım. Kahvaltını hazırladım. Bugün teksin kusura bakma. Okula geç kalma, hadi kalk." Ufak çaplı bir öksürük sesi kulaklarıma tırmandığında ayaklarımı zemine uzattım.
"Tamam sen dinlen iyice." dediğimde gülümsedi. Dudakları sahte bir şekilde, öylesine kıvrılmış gibiydi.
"Evi idare et dememden ne anladığını bilmiyorum; ama, ütü bulaşık, süpürme ve yemek yapma olarak açabilirim. Üzgünüm, sana çok yükleneceğim. Yapabilecek misin Asyacığım?" Saudıklarından sonra gözlerimin kocaman büyüme gereksinimini çekiçle bastırıp gülümsedim. "Tabii tabii yaparım ben." Zaten teyzemlerde kalarak yük oluyordum. Hasta olduğunda bir işe yarayayım bari, diye düşünmem gerekiyordu.
"Ah düşünceli yeğenim. Teşekkür ederim. Sana da bulaştırmadan çıkayım artık." Gülümseyip ayağa kalktım. Odadan çıkışını baygın gözlerle izledikten sonra kıvrılan tişörtümü düzeltip banyoya gitmek için odamdan çıktım. Yorgun adımlarım zeminde yer bulurken ışığın düğmesine basıp banyonun aydınlanmasını sağladım. Kapıyı kapatıp işimi hallettikten sonra yüzümü yıkayıp yeniden odama döndüm. Gardırobun önüne geçtiğimde saçımdaki tokayı hızlı bir hareketle çıkarıp yatağın üzerine fırlattım. Dolabın kapağını açıp boş boş bakınmaya başladım. Koyu mavi bir kotu çekip üzerine de krem rengi bol bir kazak aldım. Üzerimdekileri hızlıca sıyırdıktan sonra yeni kıyafetleri üzerime geçirdim. Saçlarımı kazağın içinden çıtırtılar eşliğinde çıkardıktan sonra aynanın karşısına geçtim. Şifoniyerin üzerinden kıstırmalı bir toka alıp birkaç saç tutamını arkada bir araya getirip tokanın içinde bıraktım. Uç kısımları serbest kalan saçlarım omuzlarımın gerisinde dururken masanın yanında, yerde duran çantamı alıp odadan çıktım. Ahşap merdiveni gürültülü ve hızlı adımlarla indikten sonra çantayı holde bırakıp mutfağa girdim. Duvarda kendini belli eden saate uzandı gözlerim. Dersin başlamasına kırk dakika falan vardı. Masaya oturmadan hızlıca bir şeyler atıştırıp mutfaktan çıktım. Çıkışa yöneleceğim sırada telefonumu almadığım zihnimde su yüzüne yükseldi ve tekrar merdivenlere yönelip odama çıktım. Yastığın altında bulduğum telefonu kotumun cebine attıktan sonra koşar adımlarla merdivenleri inip dış kapıya yöneldim.

LACİVERTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin