11. Cevher'in hezimeti

486 45 36
                                    

".. Ya sana çok yakın, ya senden çok uzaklarda olmalıydım. Aramızda aşılmaz engeller olmalıydı. Yüksek dağlar, derin denizler olmalıydı..."

Cevher henüz küçük bir çocukken ele avuca sığmaz karakterinin etkisiyle giriştiği yaramazlıklar yüzünden işittiği nasihatlerin haddi hesabı yoktu. Babası sert, kuralcı bir adam olmasının yanında her yaşında onunla bir yetişkinmiş gibi konuşurdu. Hayata dair endişelerinin fazla masum olduğu zamanlarda ondan duyduğu cümle, nedense şu anda, unutamadığı bir dize gibi dimağına hücum etmişti. 'Seni hayran eden güzellik, sen onu kolay ulaşılabilir sandığında yanılgı olur.' Bunu söylemesine neyin sebep olduğunu hatırlaması güçtü. Her zamanki gibi bir şeye sahip olmak için sabırsızlanmış, çizgiyi aşmış olabilirdi. Anımsayamıyordu.

Anımsadığı; babasının ne demek istediğini anlamadığıydı. Böyle anlarda kafası hayli karışsa da anlamış gibi yapar, ellerini belinde kavuştururdu. Bu bir savunma mekanizmasıydı çünkü o zamanlar babasını memnun etmek için kendisiyle bile bir yarış halindeydi. Öğüt sonlanınca babasının çalışma odasından çıkar, üst kattaki başka bir çalışma odasındaki annesinin kulağına biraz evvel duyduğu ve ezberlediği cümleyi fısıldardı. Sanki büyüklerin kitaplarını karıştırırken gözüne ilişmiş de ilgisini çekmiş gibi öğrenmeye çalışırdı. 'Yanılgı ne demek?'

Tanıdığı en mantıklı insan annesi durup düşünür, sonra cevap verirdi. Bazen yoğun temposundan vakti kaldığı nadir günlerde kısa yorumlarda bile bulunurdu. 'Gökyüzü gibi, ellerini uzatsan tutamazsın, bunu bilerek sadece seyretmelisin.'

Annesinin açıklamaları sayesinde bir fidan gibi taze ve büyümeye hevesli hayal gücüne soyut ve heybetli bir çok örnek düşerdi. İnsanı kör eden büyülü şeyler aklında cirit atar, bulduğu her yeni fikri not defterine yazardı. O zamandan beri yazmaya devam etti.

Babasının aslında ne demek istediğini yıllar sonra, yaşının gerekliliklerine duyarsız ve coşkusuz, boğuk düşünceleri içinde hapsolmuş bir genç olarak geçen günlerden birinde, bulutlu bir pazartesi sabahında idrak etmeye başladı.

Efe'yi ilk kez gördüğünde üniversitedeydi, dördüncü sınıfın ilk dersiydi. Aslında fakültedeki altıncı senesiydi çünkü bir sene notları yüzünden tekrara düşmüş bir sene de keyfiyetten kaydını dondurmuştu. Hala geçen yılın tasasızlığı üzerindeyken geceden kurduğu alarma uyanamayıp geç kalmış, arka kapısı kilitli amfiye önden girip bulduğu ilk sandalyeye oturmuştu.

Kalemi yoktu. Hemen önündeki kişinin omzunu dürtmesinin sebebi buydu. Tam da bu vesileyle kuyu gibi içine çeken siyah gözlerin varlığından haberdar oldu.

Cevher en arka sıraların insanıydı ama o günden sonraki iki haftalık ders süresince sırasını hiç değiştirmedi. Her zaman sağdan birinci, önden ikinci sandalyede oturdu ve yabancısı olduğu oğlana karşı neden böyle hissettiğini anlamaya çalıştı. Kokusunda, keskin bakışlarında parıldayan ifadede değişik bir tanıdıklık duyuyordu. Ona yakın oldukça beyni dejavu dalgalarıyla sallanıyor, bu sarsıntının tatlı tesiri dağınık saç tellerinden nemli parmak uçlarına kadar yayılıyordu.

Mantıksızdı. Çünkü Efe ortamlardan uzak, ineğin dik alası, tipik bir onur öğrencisiydi ve başka herhangi bir yerde karşılaşma olasılıkları neredeyse sıfırdı. Zaten daha önce karşılaşsalardı da onu unutmayacağına emindi.

Kısık kalın sesi, pürüzsüz cildi ve boynu, tüysüz ensesi, gülünce elmacık kemiğinde beliren minik çukuru, burnu ile aynı genişlikteki küçük ağzı, neredeyse kıvırcık dalgalı saçları ilk bakışta fark edilen ayrıntılardı.

KIZIL KAMELYALARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin