Bu gece günceme yazacağım.
"Neyi?"
"Ateşten eli yanan çocuğun ateşi sevdiğini."
•
Okuduğu son paragraftan sonra dalgınlaştı. Kitabın üzerinden çıplak duvarı izlemeye başladı. Ateşten korkan bir çocuk gerçekten sever mi ateşi? Varsayalım ki bu çocuk hiç yanmamıştır. Elini uzatanın canının acıdığını da mı görmemiştir? Görmek yeter miydi çekilmek için? Merak, gizem, sevda, hürmet, sevgi, merhamet o an onu cezbeden her neyse insan ona ulaşmaya istekli hale gelince acının önemi kalır mıydı? Acı değersizleşirdi galiba. Belki bir fikrin peşinden; belki bir münakaşanın, isyanın ya da bir dokunuşun, bakışın ardından giderken bulurdu kendini. Bir anda biri çıkardı karşısına, adeta dünyasına doğardı ve hiç hesapta olmayan duygular çağlardı içinde. Öyle bir bakardı ki meziyeti varlığı olurdu. Haksızlık değil mi, daha düne kadar yoktu diye tepki veresi gelirdi insanın. Aslında tongaya düşerdi. Zaman bir ölçüt değildi. İnkarın, reddin, nedenlerin hiçbir dayanağı yoktu. Artık neticelerin hüküm sürdüğü yere adım atmıştı. Orada gözlerini açmıştı. Oleg Shuplyak imzalı, iç içe geçmiş bir resmi algılar gibi. Bir kere gördün mü artık gözünün önünden gitmezdi. Eski türlü bakamaz, öncesi gibi olamazdın. Esasen olmak da istemezdin.
Aradan bir hafta geçmişti. Efe iş çıkışları vakit kaybetmeden evde bulmuştu kendini. Artık yeni bir yatağı vardı. Oturma odasında yeni mobilyaları, banyoda küveti, yeni anahtarları, raflarda son baskı kitapları. Günler birbirini kovalayarak devam ederken o kabuğunu değiştiriyordu sanki. Hayatındaki farklılıklara alışmak için hem sabırsızlanıyor hem de hevesleniyordu.
Cevher'e ve kendine duygularını itiraf ettiğinden beri bir tuhaftı zaten. Gümbür gümbür çağlayan yeni bir nehir vardı içinde, bu nehire baktıkça belli belirsiz endişe duyuyordu. Kabulleri, dertleri, sıkıntıları, umutları, hayalleri, hayatını paylaştığı diğer hayatlar. Onlar bu coşkun suların içinde kendine yer bulacak mı, nasıl yer bulacak diye düşünüyordu. Tüm bunlara rağmen yüreğinde hoş bir ferahlık, sırtında hafiflik vardı.
Abuk sabuk şeylere gülümsemeye eğilimliydi en başta. Normalde sinirleneceği Mavi'nin yaramazlıklarına kızmıyordu. Motosikletini geri vermeye yanaşmayan İlay'a, üst komşu Necla'nın her zamanki tavrına, Zeynel Hoca'nın nemrutluğuna, kendi küslükleri, kırgınlıklarına ve daha nicesine aldırmıyordu. Herhangi biri kafasında birkaç dakikadan fazla yer bulamıyordu. Bi' görünüp hemen sonra kaybolan saman alazı misali ardında iz bırakmadan yok oluyordu.
Bu yüzden tuhaftı zaten. Sanki tüm duyguları harmandı. Eğer kendini tanı koyması gerekirse öfori diyebilirdi. Tıpta kendini aşırı iyi hissetmek de bir çeşit semptomdur. Onunki daha dozundaydı tabi. Yorucu bir nöbeti bile zevkli hale getirecek bir umursamazlık haliydi. Yediklerinden, içtiklerinden değişik tatlar almaya başladığın, okuduklarından, izlediklerinden, dinlediklerinden farklı çıkarımlar yaptığın bir süreçti. Aşık olmak böyle bir his miydi? Böyle huzurlu, böyle net. Yalnızken bile sanki yalnız değildi insan. Çok hoştu lan!
Kendi kendine sırıttığını camdaki yansımasından görünce alt dudağını ısırdı. Aklı yerinde değildi, üstelik kaç karış havada olduğundan haberi yoktu. Mikrodalganın ötmesiyle gidip kapağını açtı. Butlar nar gibi kızarmış, etrafındaki patates ve biberler pişmişti.
Saatine baktı. Dört sularıydı. Cevher'in gelmesine daha vardı. Kitabını sehpadan geri aldı ve ahşap sallanan koltuğa kendini attı. Birkaç gün önce alışverişteyken almışlardı bu koltuğu. Cevher camın önüne yakışacağı önerisinde bulunmuştu. Yakışmıştı ayrıca olmayan uykuyu bulup ortaya çıkaracak kadar rahattı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIZIL KAMELYALAR
General Fiction"Cevher." dedi derinlerde gömülü sesini bulup çıkarması zor olmuştu. İçinde kopan dizginlenemez fırtınalara çaresizce teslim oldu. "Adım Cevher. Adımı söyle." Parmaklar kumral tutamlarını sarmaladı. Ilık dudaklar kulağının üstünde belli belirsiz adı...