44.

2.3K 110 47
                                    

******
Taksinin apartmanın olduğu sokağa varmak için geçtiği yolları başım, soğuk ve buğulu olan, cama yaslıyken öylece izliyordum. Yol bomboştu. Arada bir ters yönden geçen araçların farları yüzüme vurup gözlerimi alıyor , bazen bizimle aynı yolda ilerleyen lakin hızı bizden daha yüksek olan araçlar yanımızdan gürültüyle geçip gidiyordu. Yolu aydınlatmak için yol kenarına dizilmiş olan sokak lambaları birer birer gözlerimin önünden geçerken gözlerim arada bir olduğu gibi taksinin dikiz aynasından hemen arkamızda bizi takip eden Fırat'ın aracını buldu.

Usulca içimi çektim. Artık ağlamıyordum. Zihnim kendi içimdeki boşlukta savrulup duruyordu. Bir yalnızlıktır ki içimde zihnimin savrulduğu boşluğu tüm kasveti ve ağırlığıyla dolduruyordu. Ne oluyordu, ben noluyordum, ne olacaktı, ben ne olacaktım? Bilmiyordum. Ve bu bilmeyişlik, bilmeyişim , bilinmezliğim içimdeki güzel, çirkin; doğru veyahut yanlış herşeyi derin, boğucu, yok edici, nefes kesici, kasvetli ve bir parçada ruhumu ölüme, bedenimden önce, yaklaştıran bir halet -i ruhiyeye itiyordu benliğimi.

" Canım yanıyor" diyemiyordum ama içim sökülüyordu. Bu ruhsuz sakinliğim ise bir çeşit kabulleniş, vazgeçiş belki de boş verip boyun eğmekti kaderime. Yutkundum. Yutkunamadım. Birşey düğüm düğüm olmuştu boğazımda. Öyle ki artık eve gitmek bile istemiyordum.

Yürümek geliyordu içimden. Bu soğuk havada, kar taneleri bile bırakmışken yağmayı, bir ayaz olup karışmak istedim gökyüzüne. Çenem titreyip, ellerimdeki beyaz tenim soğuktan kırmızıya dönünceye kadar, dizlerim keskin soğuğun bedenime verdiği yorgunluğu ve halsizliği kaldıramayıp yere çökünceye kadar yürümek istedim.

Gözlerimi kapatıp titrek bir nefes alırken mesele aslında yürümek değildi. Mesele beynimi karıncalandıran, kalbime bedenimin taşıyamayacağı kadar ağır gelen huzursuz edici, elimden hiçbir şey gelmeyeceğini bilerek birşey yapma istediği uyandıran, birşey yapamadıkça da bana derin derin, titrek titrek nefesler aldırıp ancak hiçbirinin ciğerlerime ulaşmasına ehemmiyet vermeyen adını koyamadığım bir hissi, zannımca acıyı, ruhumdan, can evimden başka bir yere çekmekti. Kısaca ruhumda ve kalbimdeki tüm sancıları fiziksel acıyla yok etmek istemek bunun içinde beyhude bir çabaya girmekti yapmak istediğim şey.

Gözlerimi yoldan çekip göğsümdeki nefes almamı engelleyen ağırlıkla derin bir iç çektim. Direksiyondaki tahmini ellili yaşlarında olan amcaya baktım. Omuzları çökmüş yorgundu. Direksiyonu tutan sağ elinin yüzük parmağında gümüş, ortasında siyah, yuvarlak bir taşı olan hac yüzüğü dikkatimi çekti.

Babamında vardı böyle bir yüzüğü. Dedem ilk hacca gittiğinde vermiş babama. Babam hiç parmağından çıkarmazdı. O koca ve büyük ellerinde öyle hoş dururdu ki o yüzük bazen hayran hayran izlerdim. Babamın her hareketini izlediğim gibi beni hipnotize eden bir sevgiyle babamın o yüzüklü eliyle kalem tutuşunu, kitap okuyuşunu, beni sevişini izlerdim. O an düşündüm, "Eğer babam hayatta olsaydı nasıl bir hayatım olurdu?" Bu kadar yalnız olur muydum mesela? Ya da bu kadar çok ağlar mıydım? Her günüm ayrı bir acılar cumhuriyeti olur muydu? Herşeye kırılıp dökülüp, herkesin hayatını mahveden biri olur muydum? Bu kadar kimsesiz, yersiz yurtsuz, her güne "bugün neyi kaybedeceğim?" Korkusuyla uyanan biri olur muydum? Herkesin sığınıp sırtını yaslayabileceği biri ya da birileri, derme çatma da olsa bir limanı varken benim can yakan bir ayazda çölün ortasındaki bir sanrı gibi, tek başına duran bir ağaç misali, açıkta kalışım bu kadar gerçek bu kadar sert olur muydu? Günün sonunda sığınıp yaslanabildiğim tek şey yine kendim olur muydum? Ya da ben bile bu kadar yorulur muydum kendimden? Bilmiyorum.

VATANAŞK ( Askeri Kurgu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin