71.

491 46 24
                                    


Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Sanki apansız bir zelzele yerin en karanlık derinliklerinden baş göstermişcesine ayaklarımın altındaki zemin titriyordu. Belki de titreyen yer değil benim bacaklarımdı fakat o an bu ayrımı yapacak durumda değildim. Küçükken pek meraklıydım bir şeylerin koleksiyonunu yapmaya. Pembe toka koleksiyonum vardı mesela. Babama sürekli pembe tokalar aldırır, kendi kendime aynanın karşısında saçlarıma saçma sapan şekiller verip takardım. Bir ara taşlara sarmıştım. Evin yakınlarındaki inşaatlardan küçük çakıl taşları toplardım. Sonra deniz kabukları, babamın aldığı çikolataların ambalajları, rengarenk kalemler, kitaplar...derken büyüdükçe hayat eşyaların değil de acıların koleksiyonunu yapmayı öğretmişti.

Hangi acı daha büyük, hangi acı hayatımda baş köşede durmalı ve ben hangisini asla ama asla unutmamalıyım? Küçükken özenle toplayıp yaptığım o koleksiyonların aksine bu acıların hiçbirini ben kendi ellerimle toplayıp koymamıştım içime.

Şimdi ne yapmalı? Nerede durmalı? Kime kızmalı, kimden hesap sormalı? Belki de hiçbir şey yapmadan sessiz sedasız çekilmeli bir köşeye. Bu olanları sahiplenmemeli. Bana ait değil, demeli. Oysa ki ne kadar aciz bir hâl. Bana bile ait olmayan suçlar yüzünden başım, hayatımda ufacık bir yeri bile olmayan insanların karşısında eğiliyordu.

"Durum bu Hazan hanım. Maalesef. "

Dolan gözlerimi kırpıştırıp cebimdeki astım spreyini çıkartırken," ben..." dedim. Sesim bile ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Fırat'ın belimi saran kolu iyice sıkılaşırken kasılan bedenini hissettim. O da biliyordu. Dedemden bu yüzden nefret ediyordu belki de. Ne hissedeceğimi bilemedim. Kızmalı mıydım yoksa kırılmalı mı? İçimde her ikisine de yer kalmamıştı. Kendimi ondan çekip Necdet beyin masasına doğru ilerledim. Başka zaman olsa Fırat bırakmaz daha sıkı sarardı fakat o da buranın yeri olmadığını biliyor olmalıydı.

Az önce yere düşürdüğüm koltuğu tutup kaldırırken cebimden çıkardığım spreyi ağzıma götürüp üç kere sıktım. Kaldırıp eski yerine geri koyduğum koltuğa otururken spreyi cebime koyup derin bir nefes aldım. Ne yaptığımı bilmiyordum. Bilmek de gerekmezdi. Şu an da dünyanın en mantıklı sayılabilecek işini yapmakla kendime fuzuli bir meşgale bulmak arasında ne ince ne de kalın hiçbir çizgi yoktu. Öte yandan bu koltuğa oturmamın ya da yığılıp kalmamın üzerine bu kadar düşünmek gerekmezdi. Ayakta duracak gücüm yoktu işte.

Ellerimi dizlerime koydum. Fırat ve Necdet bey hâlâ ayakta durmuş beni izliyorlardı. Bu kadar sakin olmama şaşırmışlardı belliki. Ancak ben sakin değildim. Sadece içimdeki duyguları tercüme edecek kadar ağzım iyi laf yapmıyordu. Ya da koca üstü yakıp yıksam ne bana bir yararı olurdu, ne duyduklarım gerçekliliğini kaybederdi, ne de öfkem dinerdi. Yine kimseye zararım dokunsun istemeyerek kendi içime çekilmiştim.

"Ben...ıııı...şey..."

Evet, ağzım iyi laf yapmıyordu fakat bu kadar da kelimelerle arası kötü olan biri değildim. Ne oluyordu? Gözlerimi kapatıp açtım. Sağ elimle şakaklarımı ovuştururken yutkundum lakin boğazıma acı bir tat oturmuştu. Bu acı tatla buruşan yüzüm gerilirken Fırat oturduğum koltuğun yanına çöktü.

"Hazan...iyi misin? "

O an burnuma dolan metalik kokunun ardından burnumdan aktığını hissettiğim bir sıvıyla başımı önümden kaldırıp Fırat'ın gözlerine baktım. Bakışları göz göze geldiğimiz an değişirken gözlerinde gördüğüm şey korku, dehşet ve telaştı. Burnumdan akan sıvının dudaklarımın üzerine doğru yol aldığını hissederken rahatsız bir tavırla kaşlarımı çatıp elimi burnuma götürdüm. Fakat Fırat elimi hızla tutup, " bir şey yok. Yukarı bak, bir şey yok," derken çöktüğü yerden ayağa kalkıp başımı geriye doğru yatırdı.

VATANAŞK ( Askeri Kurgu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin