Yaşadığım talihsiz olayların hepsinin başında neden bu kadar saçma davranmış oluyordum ki? Neden hep aptal kararlarımın sonucu da bir o kadar aptal ve ağır olmak zorundaydı?
"Be-Ben neden ısırdığımı bilmiyorum." Gömleğini üzerinden çıkardı. Heykelden farksız olan vücudunu izlemek şu an yapabileceğim en mantıklı şey değildi belki ama gözlerimi kontrol edemiyordum. Yoksa edebiliyor muydum? Denememiştim ki hiç!
Arkasını döndü. Büyük ve asil duran adımlarla ilerlemeye başladı. Bense yavru civciv adımları ile ayak uydurmaya çalışıyordum. Üzerimdeki şoku atıp bedenimi kaplayan titreme dalgasından kurtulmaya çalışıyordum. Düzgün yürümeyi beceremesem de henüz düşmemiştim. Bu da bir başarıydı, değil mi? Hem de benim gibi biri için.
"Bir insan bilmediği şeyi neden ısırır ki? Bunu sadece bilerek yapar. Tehlikeli olabilecek her şeye karşılık vücut direnç gösterir. Ama sen, hiç düşünmeden direkt ısırdın. Neden?" Sesinde otoriterlikten çok asil bir tını vardı. Tıpkı adımları gibi.
"Şimdi Alacakaranlık'ı çekiyor olsaydık senden harika bir Edward olurdu." dedim düşünmeden.
"Ne dedin sen?"
"Gerçekten, ne dedim ben ya?" Mavi gözler tuhafça bana bakıyorlardı. Yarım ağız gülümsedi. Tekrar, adımlarını hızlandırırken konuşmaya devam etti. Sorduğu sorunun cevabını alamamıştı. Yine de bana saygı gösteriyor gibiydi.
"Edward da kim?" Olduğum yerde durup ağzımı sonuna kadar açtım.
"Bilmiyor olamazsın!" O da durup kaşlarını kaldırdı.
"Gerçekten bilmiyorsun." Aramızdaki mesafeyi tek adımla kapattı. Kalp atışlarımı duyuyor olmalıydı. Hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu zira.
"Gerçekten tam bir şapşalsın." dedi. Bu da ne demekti şimdi?
"Bana hakaret edebileceğin kadar yakın olduğumuzu sanmıyorum." Kollarımı birleştirip göğsümde sabitledim. Kolumun kırık olduğunu hatırladığım an çok geç kalmıştım. Yüzümü buruşturarak çığlık atmamaya çalıştım.
"Senin de bana ait olan elmayı hunharca yemen adil değil." Onu kızdırmıştım. Bu durum beni korkutmak yerine üzmüştü. Peki, neden onun için üzülüyordum ki? Yürümeye devam edince düşüncelerimi kesip ona yetişmeye çalıştım.
"Burası inanılmaz. Sanki masal diyarından fırlamış gibi." Karşımda duran göle söylenebilecek bütün güzel sözler yetersizdi. Güneş ışıkları, gölün yeşilimtırak sularında elmas gibi ışıldıyordu. Ağaç dalları da itaatkar bir şekilde yapraklarını göle doğru eğmişti.
"Masallar gerçek değildir. Mutlu son diye bir şey yoktur mesela." dedi umursamadan. Gömleğini suya sokup temizlemeye başladı. Aslında beyaz gömlek kirlenmeden önce de eski gözüküyordu. Hala giymesini anlayamamışken temizlemek için gösterdiği özeni takdir etmiştim.
"Bence yenisine ihtiyacın var. Sanırım sana borçluyum. Yeni bir tane alabilirim." Ayağa kalkıp etrafımda turlar atmaya başladı. Burnundan soluyordu. Ama gözleri hüzünlüydü.
"Bu gömlek hayatımdaki tek değerli şey. Yaşama sebebim. Kim olduğuma dair tek belirti. Senin bana verebileceğin her şeyden daha değerli. Tabi elmadan ısırdığın parça hariç. O çok daha değerli. Onu bana geri ver."
"Aklını mı kaçırdın sen? Sana o parçayı nasıl geri verebilirim?" Aklıma malum şey gelse de söyleyemedim. Sonuçta tuvaletten çıkan şey yediğim parça olamazdı değil mi?
"Evet! Aklımı kaçırdım. Sen benim tek umudumu yedin! Neden?" Kahverengi leke titredi.
"İçimden bir ses yemem gerektiğini söyledi. O an elmayı ısırmak nefes almaktan daha önemli gibiydi." Gözleri açıldı. Sanki dünyanın sonunun geleceğini söylemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mavi Isırık
FantasíaBilmediğin bir şeyi asla ısırma. Sonunda ne olacağını bilemezsin.