Dünyada milyarlarca insan, milyonlarca hayal ve umut varken bunlardan sadece birkaçı gerçek olabiliyordu. Herkesin çıkış kapısı başka birinin çıkış kapısını kapatır, parçaları etrafa saçılır ve kenarda durup çürümeyi bekler. Bunlar sadece insanların umutları ışığında gerçekleşir. Hepimizin yüzüne kapanmıştır o kapılar, hiç beklemediğimiz bir anda görülen ışığın sevinci ile hiç düşünmeden bize uzatılan o eli tutarız, o elin kendi kapısını açmak için bizi aşağıya çekeceğini düşünmeden. Karanlıkta uzatılan yardım eli dostane olmaz, kendi ışığını bulmak için seni çıkışı olmayan karanlık labirent'e hapis edecek kapının anahtarı olur. Bir daha açılmayacak olan bir kapı. Ama bazen sevdiklerimizi düşünerek bizim için doğru olan kapıdan vazgeçerek yanlış kapıdan giriş yapabiliriz, kendi elimizle ışığımızı söndürüp, karanlık bir dünyaya merhaba deriz.
Neden bütün bunların çakıştığını hiçbir zaman anlamayacağım.
Benim sıram geldi, dediğimizde aslında hiçbir zaman bizim sıramız gelmiş değildir. Bir bebeğin ilk adımını atmak üzere ayağa kalktığında vadedilen umut ışığı ile bebeğin yere düşmesi gibiyiz hepimiz. Bizim ilk düşüşümüz ilk kez karar verip ayağa kalktığımız zamanda olmuştur.
Ama bazen atlamayı düşündüğümüz zamanda bizi hiç beklemediğimiz biri yukarı çekebilir. İşte bana olan şey oydu, atlamayı düşündüğüm an da tanımadığım bir el, ışığı bulmam için beni yukarı çekmişti. Benim kurtarıcımın yolunu ve ışığını kaybetmiş olması durumu ilginç kılıyordu. Işıksız kalan o küçük oğlan çocuğu, beni doğru yola geri döndürmüştü. O çölde susuzluktan ölmek üzereyken gelen yağmurdu, en önemlisi o kendi kurtarıcısını ararken yoluna çıkan insanları karanlığa itmiyordu, ışığın ve kurtuluşun olduğu yola yönlendiriyordu onları.
Küçük oğlan çocuğu korkusunu insanlara yansıtmaktan kaçıyordu, bazen durup kendini izliyor ve kendisine hakim olmaya çalışıyordu. Herşeyin kendi gözetiminde olmasını seviyordu, kendisinin bile. Üzerinde hissettiği baskıyı bazen görebiliyordum, ürperticiydi. Yanlış birşey yapmaktan çekiniyordu, kusursuzu değil sadece iyi olanı yapmak istiyordu ve bunu başarıyordu.
Güzel bir uykunun sonunda vücudum rahatlamıştı, üzerimdeki yorgunluk hala hissedebilir büyüklükteydi. Odayı perdenin kenarlarından sızan kızıl rengi aydınlatıyordu. Saat kaç olabilir ki? Uykunun üzerimde bıraktığı gevşemişlikle yataktan çıktım, kollarımı bağlayıp ters çevirdim ve onları gerdim. Uyuşmuş olan bedenimi zorlukla taşıyan ayaklarımı yere sürterek çalışma masasına yaklaştım, masanın üzerinde ki telefonunun ekranını açarak saate baktım, saat 05.47'ydi.
Dün gece hastaneden döndüğümüzde saat 8'ye gelmek üzereydi, babamla biraz konuştuktan ve zorla birşeyler yedikten sonra günlerce özlem duyduğum yastığıma başımı koyup uyudum. Günlerce uyumamış olmama rağmen bu kadar erken kalktığıma şaşırmış değildim, vücudum uyku düzenini Birmingham saatine göre ayarlamıştı ve şuan da Birmingham'da olsaydım çoktan uyanmış olmam gerekirdi.
Alışkanlıklar güzeldir.
Mesaj kutusuna gelmiş olan mesajı farkı ettim, telefonu alarak mesajı açtım, ekranda beliren isim beni şaşırtmayı başarabildi. Bana mesaj atmazdı üst üste.
Mesaj: "En geç yarına dönmeni istiyorum, lütfen."
Parmaklarımı harekete geçirip ona bir mesaj yazdım.
"Neden? Bana ne kadar söyleme gereği duymamış olsan da, günaydın Bay Styles."
Üzerinde fazla durmadığım mesajı büyük bir mutlulukla gönderdim. Telefonu masaya bıraktım, pencereye yaklaşıp perdeleri açtım. Güneş yavaş yavaş yüzüne gösterip etrafa ışık yayarak doğuyordu. Gri gökyüzünün yarısı kaybolmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Labirent
FanfictionHayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar. Cover by @BlueHolland