-Prolog-
Hırçın bir rüzgâr amansız ritmini ardına katarak tenini yalayıp geçtiğinde soluduğu derin bir nefes eşliğinde açtı gözlerini. Hissettiği ilk şey acımasız rüzgârın vefasız darbeleri, soğuğun buzdan biçilmiş iğneler misali tenine batışı oldu. Gözleriyse karanlığını konuk etti, gecenin koyuluğunda yitip giden yeşil vadilerine. Kulaklarında esen yelle birlikte uğuldayan rüzgârın sesi vardı. Bu ses öyle rahatsız ediciydi ki, dipsiz bir kuyuya mahkûm edilmiş çığlıklar gibi yankı buluyordu zihninde.
Başını kaldırdı, uzandığı yerde doğrulmaya çalışırken kulaklarına çıtırtılar ilişti. Etrafına bakarken şüpheyle, bir ormanda olduğunu fark ederek irkildi. Issızlığın sonsuzluğuna ev sahipliği yapan, yıldızların hasretiyle yanıp lacivert bir entariyle süslenmiş gecenin aydınlatmaya gücünün yetmediği kadar dipsiz bir ormanın kuytu bir köşesinde hapis kalmışçasına bir başınaydı. Çevresini karanlık semaya yükselen ürkütücü ve devasa ağaçlar sarmış, etrafı belirsizliğe bulamıştı. Oradan oraya savruluyordu ağaçların dalları, kuyunun dibinden yükselen çığlıklar yapraklarına sinmişçesine kükrerken.
Nerede olduğunu bilmemesinden öte neden bu bilinmez ormanda bir başına olduğuna dair de hiçbir fikri yoktu. Bir an önce bir çıkış yolu bulabilmek için ayaklanırken bulunduğu yerin gerçeklikten çok uzak olduğunu düşünüyordu ve aslında anahtar kelime zihninde yankılanıyordu. Gerçeklik...
İşte çıkış yolu buradaydı. Hiçbir şey gerçek değildi. Gördüğü ve hissettiği her şey zihninde yazılıp gözlerinde çevrilen bir film gibiydi. Bir rüya ve belki de karanlığına bakılacak olursa bir kâbus... Tek çıkışın uyanmak olduğu bir kafeste sıkışmıştı ve nasıl uyanacağına dair bir ipucu yoktu elinde. Anahtarı neredeydi? Öyle olmaz mıydı, rüyada olduğunu fark eder ve uyanırdın? Ya bir rüyanın içinde değilse? Ya bu pençelerini gırtlağına saplayıp nefeslerini zapt etmek isteyen bir kâbussa?
Rüzgâr tüm hiddetiyle, tenine çarptığında çıplaklığını ve savunmasızlığını fark etti. Bakışları teninde gezindiğinde, hiç şüphesiz ki tüm acizliği ve çaresizliğiyle bir kâbusun içinde kapana kısıldığı alenen ortaydı. Daha çok bir paçavrayı andıran, ayak bileklerine kadar uzanan ve etekleri esen kudretli yelle birlikte oradan oraya savrulan, incecik saten bir siyah elbise sarıyordu çelimsiz bedenini. İp askıların açıkta bıraktığı omuzları, yakası ve hatta buzdan yoğurulmuş iğnelerin saplandığı sırtı tüm güçsüzlüğüyle gözler önündeydi ve rüzgârın darbeleriyle acıyorlardı.
En azından şu an için acı da olsa bir şeyler hissedebiliyor olması güzeldi, fakat böyle devam ederse esen yelin soğukluğu sebebiyle hissedemez hale gelecek ve muhtemel ki donacaktı. Belki de kâbusu buydu; kendi ölümünü yaşayacaktı.
Adımlar attı, bu sonsuzluğa uzanan ormanın onu nereye götüreceğini merak ediyordu. Kuş sesleri duyuyordu rüzgârın hırıltılı uğultusuna yoldaşlık eden. Öyle İstanbul denizinin üzerinde kanat çırpan o özgürlük savaşçısı martılar misali değildi bu kuşlar, yabani bir ulumaydı sanki onların gırtlaklarından yükselenler. Kaf Dağı'nın ardından sesleri semaya kanat çırpan kurtlarsa, ulumaktan öte feryat figan ağlıyorlardı sanki ve genç kadın bunların hiçbirisinden zerrece korkmuyor hatta ürkmüyordu bile.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UÇURUM
Romance05.10.18 Wattys Ödülleri 2018 Kazananı - Modernistler Kategorisi *** Bir varmış bir yokmuş diye başlamadı bu hikâye. Onlar hep vardılar ve oyuna yeni kurallar koydular. Tozpembe rüyalar görmediler, kâbuslarında canavarlarla savaştılar. Çiçekler açma...