Yeni bölümü bayram sonrasına kadar yayınlayamayacağımı düşündüğüm için bir ara bölüm bırakıyorum. Beni bu hikayemde yalnız bırakmazsanız sevinirim. Sevgiyle kalın. *-*
Olayı baştan alalım, en baştan. Yaklaşık bir gün öncesinden. Her şey normal başlamıştı. Mesaim akşam altıda başladığı için geç kalkmıştım. Hailey, her zamanki gibi beraber paylaştığımız küçük odayı eşyalarıyla işgal etmişti. Yerde gördüğüm çoraplara ve pembenin en garip tonlarında olan iç çamaşırlarına aldırmadan salona geçmiştim. Çocuksu ruhunu temsil eden şekerli kokusu tüm evi kaplamış olsa da kendileri ortalıkta yoktu. Yine eşyalarını ve berbat kokusunu ortada bırakarak işe gitmişti. Anlamadığım şeyse, öğle saatlerinde işe giden birinin parfüm kokusunun nasıl bu kadar kalıcı olabildiğiydi.
Ardından susuzluğumu gidermek için yarısını önceki gün tüketmiş olduğum kan torbasındaki kanı bardağa boşaltmıştım. Mesainin başlaması için daha vaktim olduğunu düşünerek keyif yaparcasına kanın baharatlı tadını damağımda hissetmiştim. Ayaklarımı koltuğa uzatıp biraz daha tembellik edeceğim esnada telefonumun melodisi kulağıma ilişmiş ve odama sürüklemiştim. Hailey'in pembeyle kaplamasına izin vermediğim ve benimki gibi bordo örtülü yatağıyla kendi yatağımın arasına ancak sığan komodinin üzerinden telefonumu aldım. Arayan annemdi. Bunun beni mutlu etmesi gerekirdi değil mi? Ancak aldığım haber beni yerle bir etmişti. Kardeşim, Sydney, artık klasikleşen krizlerinden birine girmişti. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Hastalığı kendini yineliyordu. Ve acı çekiyordu.
İşe gitmeden önce tanıdığım olan tüm karaborsa elemanlarını aramıştım. Ama hiçbirinin elinde B rh (-) kan yoktu. Duruma şaşırmamıştım. Neticede, sanılanın aksine dünyada en az bulunan kan grubuydu. Yüz kişiden sadece birinin kanı B rh negatifti.
Şu durumda yapabileceğim tek bir şey vardı. Kendimi önemseyemezdim, ki zaten kendimi önemsememi gerektirecek bir neden de yoktu. Şimdiye kadar hep ailem için yaşamıştım. Kimseye faydam dokunmadığı gibi zararım da yoktu. Sadece lazım olduğunda görünen figüranlardandım yani bu hayatta. Ama kardeşim öyle değildi. Bir ailesi vardı, çok sevdiği bir kocası ve dört yaşında bir kızı. Onlara gözüm kapalı yardım ederdim ki öyle de yaptım. Kendimi bu baloya soktum, depoya girdim ve o kanı çaldım. Ancak şimdi her şey yerle bir olmuştu. Yakalanmam umurumda değildi. Kanı, Sydney'e ulaştırmam gerekiyordu.
Kendimi ve kanı kurtarmak için yapabileceğim bir şey yok muydu? Hayır! Adama saldırmak aklımın ucundan geçmemiş değildi. Ne yapacaktım? Kanını mı emecektim? Ya da bununla tehdit mi edecektim? Yapamazdım. Dişlerim adamın damarlarına değdiği an kendimi öteki dünyaya giden otoyolun kenarında bulurdum. Ben düz yolda yürümeyi başarabilen biri değildim ki doğru düzgün bir vampir olaydım. Evet, B rh (-) kana alerjim vardı. Ölümcül olanından.
"Üzerimden kalkmayı düşünüyor musun?"
Adamın dişleri arasında söylediği sözcüklerle duran zaman kendine gelmişti. Hızlıca kalkıp acıyan ayağımı umursamadan kana eğildim. Ancak ellerim soğuk kan torbası yerine adamın sıcak ellerini tutmuştu. O da benimle beraber kana uzatmıştı ellerini. Bu kanı ona veremezdim. Ama kaçmak zorundaydım. Avcıların burada olması an meselesiydi. Kokularını duyuyordum. Kokularına karışan endişeyi de. Depoya birinin girdiğini öğrenmiş olmalılardı. İstemsizce tıslayıp adama baktım. Burnuma dolan kokusu dişlerimin istemsizce yerinden çıkmasına neden olmuştu. Bu koku beni sarhoş ediyordu. B rh negatif kana alerjimin olması bu kanın baharatlı kokusunun mükemmelliğini ört pas edemiyordu ne yazık ki. Üstelik kan o kadar temizdi ki, istemsizce dişlerimi adamın bileğine saplayabilirdim. Yani, boynunu tercih ederdim tabii ki ama şu an sadece bileğindeki atar damara yakındım.
Halen daha ısrarla adamın sıcak elini tutan parmaklarım adamın atar damarına kaydı. Ne yapıyordum ben? Kendime kızmak için kelime arasam da kendimden geçmiştim bir kere. Farkında olmadan eğilip kanını kokladım. Bu esnada adamın gerildiğini ve kaçmak için çabaladığını hissedebiliyordum ama ben bir vampirdim. İçimdeki güce hiçbir insan karşı koyamazdı. Burnumu adamın atardamarına değdirip beni kendimden geçiren kokuyu iyice aklıma kazıdım. Bu inanılmazdı. En son içtiği şampanyanın kokusunu bile duyabiliyordum. Kanda başka madde de yoktu. Kanına sadece son derece kaliteli bir şampanya kokusu eşlik ediyordu. Ve tenine yakışan o odunsu parfüm. Bu kokuları çok iyi biliyordum.
"B rh (-) ve Tom Ford... Kanın tertemiz. Sadece şampanya var. Harika- harika kokuyorsun."
Mırıltı şeklinde çıkan cümlelerimi adamın anladığını anladığımda geri çekildim. Kendimi ele vermiştim. Utançla geri çekilirken şatonun içindeki altın varaklı saatin gece yarısı olduğunu vurgulayan sesi kulaklarıma dolmuştu. Avcıların kokusu ise burnumun dibindeydi.
"Avcılar. Kapıya varmak üzereler."
İstemsizce ağzımdan çıkan sözcüklere eşlik edercesine kanı orada bırakıp koşmaya başlamıştım. Kanı adamın çalmış olduğunu düşünürlerse benim başım da derde girmezdi. Tabii, adam son derece önemli biri değilse ve benim avcı burnumu ispiyonlamazsa.
Son sürat çıktığım malikaneden, içim acıya acıya bir taksi tutarak eve vardım. Paçamı zor da olsa kurtarmanın verdiği huzurla kapıya yaslandım. Yaşadığım aksiyon dolu dakikaları unutmak istiyordum. Uyumak bunun için mükemmel bir fırsat olabilirdi. Ancak şu durumda daha mükemmel bir şey vardı ki o da temizlik yapmaktı. Deli biri gibi gözüktüğümü biliyordum. Ama Hailey artık yoktu. Ona dair karıncanın bile yüzüne bakmayacağı kadar küçük bile olsa kırıntı istemiyordum. Ayrıca kafamı dağıtmam gerekiyordu ki uykum da yoktu. Bu yüzden ne ara toplandığını bilmediğim odama girip temizlik kıyafetlerimi üzerime geçirdim.
Salondan başlayarak banyoya kadar dört saat derinlemesine temizlik yaptığım için beynim dahil tüm vücudum çamaşır suyu kokuyordu. İki saat sonra mesaimin başlayacak olması da umurumda değildi. Ben kendimi rahatlamış ve arınmış hissediyordum. Önemli olan da buydu. Kısa süreli uykunun bana iyi gelmeyeceğini bildiğim için kendimi salondaki koltuğa attım. Evde cep telefonu, buzdolabı ve çamaşır makinesi gibi temel gereksinim dışı teknolojik alet olmadığı için iki saatimi kitap okuyarak geçirmiştim. Sonrasında da istemeyerek de olsa hastanenin yolunu tuttum.
Atıkçı odasına varana kadar kimseyi görmemiş olmam dünkü beceriksizliğimi hatırlamama neden olmuştu. Rezil olmuştum, fena halde. Ancak odaya girdiğim an bundan daha rezil şeylerin de olabileceğini gördüm. Dün üzerine düştüğüm adam elinde topuğu kırık bordo bir ayakkabı ile odadaydı. Ve tıpkı Külkedisi masalında olduğu gibi ayakkabıyı diğer atıkçılara denetiyordu. Bizim şapşal atıkçılarımız da olaydan habersiz ayaklarının ayakkabıya olması için çabalıyordu. Karmaşanın içinde gözükmeden kaçmak için kapıyı açsam da bir defa içeri girmiştim ve o adam da beni görmüştü.
"İşte aradığım prenses."
Ses tonundaki imayı duymamam imkansızdı. Herkesin bana baktığını biliyordum. Saçlarımla yüzümü kapatmaya çalışarak adamın yanına vardım. Ayakkabıyı ayağıma uzattı. Diğerlerinin çenesinden uzaklaşmak için ayağımı uzattım. Bunun başıma ne gibi bir bela açacağını ancak o zaman anladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRIK TOPUK ANLAŞMASI
FantasyVampir #7 / 25.12.2017 Prens, ayakkabıyı kızın ayağına geçirdiğinde aradığı kızı bulduğu için sevinmişti. Ancak bu sevinç ne yazık ki uzun sürmedi. Ayakkabının topuğu kırılmıştı! Prens dişlerini sıkıp mırıldandı. "Bu kız uğursuz!" * Ben uğursuz deği...