Herkese merhaba! Nasılsınız? Eh, bence iyisinizdir. Yani öyle olmanızı isterim. :) Bugün bölü yayınlamak için önceden belirlediğim bir gündü. Çünkü pek sevgili (yani en azından benim için) hikayemizin ilk bölümünü geçen sene bugün yayınlamıştım. Hikayenin doğum günü gibi bir şey yani. :) Bu kısa girişte çok küçük bir teşekkür etmek istiyorum. Çünkü ilk bölümden beri bana destek olan biri var. Canım epope_glcn ablam. Teşekkür ederim abla! :*
Ve siz değerli okuyucularım. Size de beni yalnız bırakmadığınız için teşekkürü borç bilirim. Eğer siz olmasaydınız bu hikayeyi yazamazdım. Çok klişe bir söz gibi gelebilir ancak insan destek bulamayınca bir şeyler karalayası bile gelmiyor. Gelen her bildirimi kontrol ediyorum, kimler okuyor diye bakıyorum teker teker. Çünkü değerlisiniz. Seviliyorsunuz! :*
Kimse ölmek için genç değildir. İki saat önce sesi dünyada yankılanan bebeğin ya da on sekizinde dünyaya kafa tutan gencin ya da sekseninde hayırsız evlatları ve böbrek yetmezliği ile uğraşan ihtiyarın dünyadan göçüp gitme riski aynıdır. O risk doğduğunuz andan itibaren sizinledir. Kaçıp saklanmanızın imanı yoktur. Kaç yaşında olursanız olun o an sizi bulacaktır.
Beni bulduğu gibi.
Beynimdeki sivrisinek seslerine bir klasik müzik eşlik ediyordu. Ölmeden önce böyle uğultulu sesler olacağını düşünmezdim. Ölüme yaklaştığım bir an olmuştu hayatımda. Dönüşümümden önceki saniyeler beni ölüme çekiyordu. Ancak onun gerçek bir his olmadığını şimdi anlıyordum. Ölüme çekildiğim an şu andı.
Bütün hücrelerim uyuşmuş olsa da acıyı hissediyordum. Damarlarımda başkalarından beslenerek elde ettiğim kan büyük bir hızla damarlarımın arasından akıyordu. İnsanın varlığını sağlayan mikroorganizmalar hücre çeperlerime bir iğne misali saplanıyordu. Titremek istiyordum, ama damarlarımdan ve hücrelerimden başka bir şey hissetmiyordum. Derimi hissetmiyordum, kaslarımı ve de yağ tabakalarını. Sadece damarlarım, hücrelerim, acım ve ben vardık.
Hala nefes alıyordum, ancak aldığım her oksijen damlası hücrelerimdeki mikroorganizmaların hücre çeperlerine daha sert çarpmasına neden oluyordu. Bile isteye nefesimi tutabiliyordum. Ama bunu yaptığım zaman acım iki katına çarpıyor ve varlığını hissetmediğim kas tabakası aniden sızlamaya başlıyordu. Damarlarım kaslarımın içinde erir gibi oluyordu. Daha önce hiç hissetmediğim sıcak damarlarımı basıyordu. Güneşin içinde gibiydim.
İki saniyeye geçmeyecek sürede tuttuğum nefesimin verdiği acı ile derin bir nefes aldım. Uyuşuk vücudumun yerinden hareket ettiğini sonrasında ise sert bir zemine çarptığını hissettim. Damarlarımda gezen iğneler çarptığım zeminle sırtıma da geçmişti. Az önce almış olduğum derin nefesin verdiği güçle inlemiştim. Acım derindi.
Damarlarım kaslarımın içine geçmişti. Kemiklerimin varlığından haberim dahi yoktu. Uyuşmuş bir et ve kas yığınından ibarettim. Nefeslerim kesik ve sürekli bir hale dönüşmüştü. Akciğerlerime ulaştıramadığım oksijeni daha fazla olmak için sürekli nefes almaya çalışıyordum.
Tekrar nasıl olduğunu anlamadan derin bir nefesle kendime gelirken bedenimin yan döndüğünü fark ettim. Bu defa öncekine nazaran daha yumuşak bir zemine düşmüştüm. İnsan bedeni. Et yığını.
Birinin vücudumu kaldırdığını hissettiğimde kesik nefeslerim devam ediyordu. Aynı şekilde nedensizce, farkında olmadan acıma acı katan derin nefeslere kavuşuyordum. Ancak her defasında kalkan bedenimin beni taşıyan insanın kollarına çarpması acımın iyice derinleşmesine engel oluyordu.
İçimden saymaya çalıştığım saniyelerin geçişi bana yüzyıl gibi geliyordu. Ancak aldığım her saniyede acıma acı eklenirken az önce kaybettiğim hisler adım adım geliyordu. Galiba bu ölümün acısını tüm varlığımı hissetmem için bir hazırlıktı.
Ellerimi hissediyordum ama hareket ettiremiyordum. Bacaklarım da aynı şekildeydi. Ancak görme duyum yerinde değildi, koku duyum da. Buna rağmen sesler uğultu halinde kulaklarıma dolmaya başlamıştı. O anda beynimin içindeki milyonlarca sivrisineğin vızıltısına eşlik eden klasik müziğin aslında mekanda yankılandığını fark ettim. Babamın severek dinlediği bu melodi beni huzura çağırıyordu. Küçüklüğümün melodisi beni ölüme çağırıyordu.
Keman sesi keskindi. Tüylerimi diken diken ediyordu ancak beni esas ürperten onun arkasındaki seslerdi. Mozart'ın insanı böyle ürküteceği aklıma gelmezdi. O muazzam deha ölmeden önceki son seslerim olacaktı.
Tekrar derin bir nefes aldığımda artık iyice ağırlaşan vücudumun kuş tüyünden rahat bir şeye koyulduğunu hissettim. Hastane ve morg yataklarının bu kadar yumuşak olmadığını biliyordum. Başka bir yerdeydim. Belki bulutların üstündeydim. Evet, kesinlikle oradaydım. Hissettiğim bu rahatı başka yerde bulamazdım.
Peki ya içimde dolaşan o acı? Gerçekten bulutların kollarında mıydım?
Gözlerimi kapatalı kaç saniye geçmişti? Müziği duyduğum an saymayı bırakmıştım. Hala hayatta mıydım? O halde nasıl kendimi bu kadar dinç hissediyordum?
Ah! Kalbime yeni bir acı saplanmıştı. Bu defa kesinlikle ölümün kollarına yürüyordum.
Damalarımın çatladığını hissediyordum. Çatlaklardan akan kan kalbimi ve diğer iç organlarımı ıslatıyordu. Kanın sıcak olması gerekmez miydi? Gerçi ölen birinin kanı nasıl sıcak olsundu ki? Kutupların soğuğunu barındıran kan içimde akmaya başlamıştı. Ancak kemiklerimin üzerini saran etlerimde hala güneşin ateşi vardı.
Kan kokusu. Yeniden hissettiğim bu şey kendimi garip hissettirmişti. Ne yani son olarak kan kokusunu duyacak ve acımı daha da mı katlayacaktım? Ama yine gariptir ki kan içmek istemiyordum. En son içtiğim kan yüzünden artık sadece ölmek istiyordum.
Sonrası yok.
Sonrası sessizlik.
Hissettiğim acılar ruhumun acılarını duymamı engellemişti. Ama şimdi acı yoktu.
Müzik yoktu.
Koku yoktu.
İhanetin tadı vardı. Kendime itiraf etmeyi son anda başardığım aşkın ellerinden tattığım ölüm acısı vardı. Kızgın değildim, öfkeyi hissetmiyordum. Sadece... Sadece kırgındım.
Sadece ruhum parçalanmıştı.
Tekrar derin bir nefes içime doldu. Sakinleşip bedenimin düşmesini beklerken bir nefes daha aldım. Beş defa tekrarlanan bu sancılı andan sonra bedenim tekrar zemine düşmüştü. Bu defa zemin yeniden sertti. Demek ki bulutların üstündeki yumuşak sadece beynimin bir oyunuydu.
Düşen bedenime iğnelerin saplanmamış olması beni şaşırtmıştı. Yavaşça az önce içimi dolduran soğuk kanın geri çekildiğini hissediyordum. Ama kan bu defa sıcaktı. İçimi ısıtıyordu. Bedenimi kavuran sıcaklık ise yavaşça yok oluyor, acım azalıyordu. Saniyeler sonra dünyaya veda edecektim.
Ellerimi hareket ettirmeyi denedim. İşaret parmağım hafifçe kalkmıştı ama dahası yoktu. Gülümsemek istemiştim. O arada duyduğum ses ürkmeme neden olmuştu.
"Hareket ediyor!"
Lanet olası adamın burada ne işi vardı? Rahat ölemeyecek miydim? Ben duyacağım son sesin babamın en sevdiği parça olacak sanıyordum. Keven'ın sesinin değil.
Kokular burnuma dolmaya başlamıştı. Bu defa farklıydı. Daha keskin alıyordum kokuları. İki yüz metre uzaktaki fırına giren insanın kanındaki alkolün kokusunu alıyordum mesela. Yanımdakilerin de kokusunu alıyordum.
Keven ve Lola.
Lola'nın kanı şekerliyken Keven'ınki baharatlıydı. Ama işin tuhaf kısmı Keven'ın kokusu artık beni kendine deli gibi çekmiyordu.
Tabi çekmezdi, ölüyordum.
Kokuları son kez hissetmek için kendimi derin bir nefes almaya zorladım ve o an anladım. Gözlerim aralanmak istese de bu sadece bir istekti. Onları hareket ettirecek gücüm yoktu. Ancak dudaklarım aralanmış ve kelimeler yeryüzü ile buluşmuştu.
"Kristal kan."
EX=
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRIK TOPUK ANLAŞMASI
FantasyVampir #7 / 25.12.2017 Prens, ayakkabıyı kızın ayağına geçirdiğinde aradığı kızı bulduğu için sevinmişti. Ancak bu sevinç ne yazık ki uzun sürmedi. Ayakkabının topuğu kırılmıştı! Prens dişlerini sıkıp mırıldandı. "Bu kız uğursuz!" * Ben uğursuz deği...