'Elli altı...Elli yedi...Elli sekiz- Düzgün çök! Bir...İki...Üç...'
'Hayır, tekrar olmaz!' diye isyan etti bir tanesi kendini yere atarak. Gözlerimi kısarak yanıma gelmesini işaret ettim. Bir an için tereddüt etse de emrimi reddetmeye cesaret edemediği için titreyen bacaklarının üzerinde doğrularak bana yaklaştı. Baldırına orta şiddette bir tekme savurduğumda inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. Çatırdayan kemiğini sesi duyulmuştu.
'Daha bunu bile savuşturamıyorsun. Geç yerine ve dediğimi yap.' Aceleyle Limprakvrel'i çıkararak yaranın iyileşmesini sağladıktan sonra yerine döndü. 'Nerede kalmıştık?'
'Üç!' diye bağırdılar aynı anda. Başımı salladım.
'Bir...' Etraf aniden anormal bir şekilde karardı. Görüşüm birden kaybolmuştu. Neler olduğunu anlarken karanlığın içinden bir hançerin bana doğru uzandığını hissettim. Uzanan eli kavrayarak kollarımı boynunda kelepçeledim ve tek hareketle boynunu kırdım. Yere yığılan öğrencime bakarken yüzüme bir gülümseme yayıldı. 'Güzel deneme. Öncekinden kesinlikle daha başarılı.'
'Hiç de öyle hissettirmiyor.' diye homurdandı boynunu düzeltmeye çalışırken. 'Daha çok acı çekmemizden ve perişan olmamızdan zevk alır gibi bir haliniz var.'
'Bunlar en güzel zamanlarınız, asıl eğitimlere başlamadık bile.' Gözleri irileşti. Hepsini yola getirecektim. Kiril'i bile öylesine donanımlı bir askere dönüştürebildiysem bunlara da aynısını yapabilirdim.
Antrenmana bir süre daha devam ettik. Kaslarını ve pozlarını geliştirme odaklı çalışıyordum fiziksel derslerde. Büyü çalışmaları çok ağır geçtiği için fiziksel oalrak tükeniyorlardı. Büyüde istediğim seviyeye geldiklerinde asıl karşılaşmalı ve uygulamalı derslere geçebilirdik.
Tükenmiş hissediyordum. Valentine'e sarılıp enerjimi geri kazanmam lazımdı.
Ama Valentine muhtemelen dosyalarına gömülmüştü şu an. Benim sabahki çıkışımdan sonra uzun bir süre yanıma gelmezdi herhalde.
Sabah olanları hatırlamak birden ruh halimin tekrardan düşmesine neden olmuştu. Zihnimin gerisinden bir şeyler mantıksız davrandığımı, çok gereksiz bir şey yaptığımı söylüyordu ama kendime engel olamamıştım işte. Stres ve zihinsel yorgunluk, ruh halimle çok fena oynuyordu. Alaine'nin yanına gidip biraz vakit geçirsem iyi olacaktı. Salonunda minderlere yayılmak garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Üzerimdeki toz ve topraktan kurtulup soluğu orada alacaktım.
Odama doğru ilerlemek üzereyken duvarların ardında, kalenin girişinden gelen sesler dikkatimin dağılmasına neden oldu. Sanırım dışarıdaki askerler geri gelmişti. Ama neden bu kadar gürültü yapıyorlardı ki? Bir an için saldırı olduğunu düşündüm ama öyle bir durum değildi.
Ya da öyle miydi?
Her ihtimale karşı odama hızlıca çıkıp kılıcımı aldım ve pencereden atlayarak antrenman alanının ortasında beklemeye başladım. Dört kişiydiler. Bağıra bağıra anlaşılmaz şeyler söylüyor, kendilerine seslenen askerleri dinlemiyorlardı.
'Victoria!' diye seslendim kulede olup bitenleri gözlemekte olan askere doğru. Bana döndü. 'Sorun nedir?'
'Bilmiyorum.' diye yanıtladı kaşlarını çatarak. Tekrar duvarın ardındaki askerlere çevirdi bakışlarını. 'Yanlış bir şey yok gibi ama eksik bir şey var sanki.'
'Eksik mi?'
'Göremiyorum.' Elimde kılıcımı tutuşumu sıkılaştırarak beklemeye başladım. Valentine gelecek olan bu grupla ilgili herhangi bir sorun olduğunu düşünseydi kaleye girişleri konusunda önlem alırdı. Sorun olsaydı ona rapor ederlerdi. Peki bu tuhaf durum nereden çıkmıştı? Benim gereksiz başka bir endişem miydi acaba?
'Ige!' diye seslendi grubun içindeki Jackson isimli asker. Kaşlarım iyice çatıldı çünkü gözlerimin içine bakmaya bile çekinirken bana ismimle seslenmesi, üstelik aşağılar bir ses tonuyla, iyiye işaret değildi. Sinirlenmekten ziyade endişem iyice artmıştı. Çok geçmeden kapı girişinde göründü bana doğru yürürken. Gözlerinde boş bir bakış, dudaklarında çirkin bir gülümseme vardı. 'Kraliçe seni bekliyor!'
Ne söylediğine odaklanamadım çünkü bakışlarımı iki elinde tuttuğu şeyden ayıramıyordum. Diğerlerinin göremediği fakat apaçık orada olan şey. Büyünün kokusunu alabiliyordum. Bir çeşit görünmezlik kalkanı gibiydi. Yine de Ryujin gözlerimden saklamaya yetmiyordu.
Birinin uzun saçlarını bileğine dolamış sallıyor, diğerini de kısa saçlarından sıkıca tutuyordu. Üzerinden en az bir ay geçmiş gibi duran, derisi sabunlaşmaya başlamış boyundan kesik iki kafa.
Anneme ve babama ait.
Buz gibi bir his damarlarıma yayıldı. Beynim uyuşmuştu. Gördüğüm şeye anlam veremiyordum, anlayamıyordum. Kalbim göğsümde taşlaşmıştı sanki. Adeta zaman durmuş etrafımdaki her şey sessizliğe gömülmüştü.
Onlara doğru bir adım attığımı hissettim. Bacaklarım benden bağımsız hareket ediyordu. Biri ruhumu çekmiş, bacaklarıma ve kollarıma ipler bağlayarak yukarıdan beni kontrol ediyor gibiydi.
'A-anne?' diye mırıldandım elimde olmadan. O olduğunu biliyordum, buna emindim fakat gördüğüm şey inanmamı güçleştiriyordu. Annemin beyaz teni daha önce hiç görmediğim yeşil- kahverengi bir renge bürünmüş, o hayran olduğum uzun gür saçları çamur gibi kalıplaşmış, toprağa bulanmıştı.
Anneme ve babama yaklaştım. Her adımda kalbim biraz daha ağır atıyor fakat beni göremiyorlardı. Tanıdık başı kucağıma aldım.
Buz gibiydi.
Soğuk olmaması gerekiyordu. Soğuk olan bendim, onlar sıcak olmalıydı. Burada olmamaları gerekiyordu. Onları görmeyi her şeyden çok arzulamıştım ama böyle değil, soğukken değil.
Gülümseyemezken değil.
'Onlar...Öldü mü?' diye sordum inanmayı reddederek. Cevabı duyamadım. Yanımda başka kimse var mı onu bile bilmiyordum. Bir şey görüşümü bulamıştı, suyun altından etrafı görmeye çalışıyordum sanki.
Kucağımdaki ceset parçasına biraz daha sıkı sarıldım. Isınmıyordu, gücüm onlara fazla gelse bile sesini çıkarmıyordu.
'Baba? Öldün mü?' Cevap gelmedi. Babamın sesini duyamıyordum. Birileri göğsümü kızgın hançerle dağlıyordu sanki. 'Baba? Bana neden cevap vermiyorsun? '
Sessizlik uzadıkça içimdeki soğukluğun yerini daha önce hiç tatmadığım alev alev bir his alıyordu. Gözlerimden akamayan göz yaşları, boğazımda takılıp kalan haykırışlar nefes almamamı engelliyordu.
'Yaşlı bir nine olana kadar sizinle yaşayabileceğimi söylemiştin. Beni özlediğinizi söylemiştiniz. Bana neden vermiyorsunuz?'
Çaresiz yalvarışım onlara ulaşmıyordu. Beni terk etmişlerdi, beni kasıp kavuran acı ve hasretle baş başa kalmıştım. Avazım çıktığı kadar bağırsam rüzgar sesimi onlara ulaştırır mıydı? Beni duyup uyanır mıydılar?
Ben uyanabilir miydim bu korkunç rüyadan?
Uyanamazdım. Beni duymayacaklardı.
Kimse duymuyordu, kimse bilmiyordu. Nefesimi kesen bu acıyı kimse anlamıyordu.
Ruhumu ve bedenimi bir sıcaklığın sardığını hissettim. Annemin ve babamın kucağından çok farklı bir sıcaklıktı bu. Kaos içindeki zihnimin tüm zincirlerini kırıyor, bedenimin her bir hücresini dolduruyordu.
Zamanı geldi, küçüğüm...
Anlamalarını sağlayacaktım. Görmelerini, hissetmelerini sağlayacaktım.
Bütün bunlara bir son verecektim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEKİZ- CEHENNEMİN KANATLARI (TAMAMLANDI)
Fantasy"Bildiğim tüm doğrular, dudaklarından çıkan bir cümleyle paramparça olmuştu. Avuçlarımda kalan tek gerçek, bir insan olmadığımdı. Tutunabileceğim tek şeyse onurumdu." Çocukluğundan beri zor zamanlar geçirse de hiçbir zaman şikayet etmemişti, Ige Wis...