İki dakikadır gizlendiğim ağacın arkasından sonunda çıkabildim. Percy ve Annabeth'i çok uğraşmadan bulmuş, doğru anı kollamak için pusuya yatmıştım. İlk gün tanıştığım grupla birlikte yemekhanede oturuyor, sanki daha dün yaşananlar hiç yaşanmamış gibi davranıyorlardı.
Belki ben de öyle yapmalıydım.
Biraz daha vakit kaybetmemek ve Luke'u da hemen görüp odama dönebilmek için yavaş yavaş adımlamaya başladım. Max denen çocuk geldiğimi görüp bana sırtı dönük oturan Percy ve Annabeth'e bir şeyler fısıldadı. Dönüp bakmadılar ama gerilen sırt kaslarını görmüştüm galiba.
Konuşmaları kesilmiş, gülüşleri solmuştu. Bir bakıma onlari bu denli etkilemek hoşuma gitse de henüz huzursuzluklarından zevk alacak kadar sadist değildim.Masalarına biraz mesafe kala durdum.
"Konuşmamız gerek. İkinizle de."
Formaliteden biraz sessiz kaldılar ve kız mırın kırın ederken yerlerinden kalkıp karşımda dikildiler. Percy'nin son baktığımda kırgın olan mavileri hala kırgın gibi duruyordu ama Anna'nın kızgın mavileri ifadesizdi. Hiçbir şey söylemeyeyip onları geçen akşam bulduğum uçurum kenarında götürdüm.
Fazla sık olmayan ağaçları geçerken sanki yalnız değilmişiz ve takip ediliyormuş gibi hissettim ama öyle olsa bile sorun olmayacağını, hatta birazcık eğlenebileceğimi biliyordum.
Hırkamı görene kadar unuttuğumu bilmiyordum. Yerden alıp belime bağladım ve bana garip garip bakan çifti izlemeyi kesip konuşmaya başladım.
~Luke~
Hareketlerinin ne kadar sert de düşmancı olduğundan haberi yoktu galiba ki sakin tutmaya çalıştığı bir yüzle Percy ve Annabeth ile konuşmaya başladı. Bu yaptığım belki yanlış sayılırdı gerçi Sofi hala beni nasıl fark etmedi bilmiyordum. Çok dalgın olmalıydı ki Leo'ya da çarpmıştı zaten.Uçuruma giderkenki ormanda, tıpkı onun biraz önce yaptığı gibi gizlenmiş gözlem yapıyordum. Olimpos'tan geldiğimizden beri uyuyamamış çareyi insanları izlemede bulmuştum. Bu enerjimin büyük kaynağı Hermes olmalıydı ki ona baba demek iç sesim için bile zordu. Beni konuşmaya ikna etmesi imkansızdı bu yüzden onu dinlememi sağlayabilecek tek şeyi yaptı.
Beni göreve çıkardı.
Görevlere bayılır ve neredeyse hepsini ben yönetirdim. Tutkumdan dolayı nefretimi unutmuş onunla gitmeyi kabul etmiştim. Fakat dün gece olanlar tabiki görev için strateji geliştirmek değildi. Beni gerçek dünyaya götürmüş, müstakil, bizimkine oranla biraz daha küçük ama hala şirin ve her tarafı saksı dolu bir evin önünde bırakmıştı. Varlığını hissediyordum ama görünmüyordu. Kimden çekindiğini merak ederken açılan kapı ve görünen kadın aradığım cevabı vermiş oldu.
Beni anneme götürmüştü.
Ne kadar vakit geçirmiştik bilmiyordum ama o kadar huzurluydum ki bir an keşke Sofi gelmeseydi ve meclis beni geri gönderseydi dedim ama mutluluğum aklıma gelen şeyle aniden tuzla buz oldu.
Birini gönderme kararı alınırken beni korumamıştı ve buna kızmayayım diye şuan bu hissi tatmamı sağlıyordu. Ne kadar salaktım! Biraz önce bedenimi dolduran mutluluk yerini o kadar hızlı öfkeye bıraktı ki anneme bunu hissettirmeden duramayacağımı anlayıp rüya gibi geçen süreye rağmen onunla vedalaşıp evden ayrıldım. Birkaç adım sonra kendimi aniden kampta buldum ve Hermes karşımda belirdi.
Yüzünü görür görmez birikmiş öfkem, damarlarımda kan yerine dolaşmaya başladı.
Yine de ağzımı açıp bir şey demedim. Aksine inatla teşekkür ettim ve kulübeme doğru yürümeye başladım. Aniden önümde belirdiğinde ise durmak zorunda kalmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Princess Of The Hell *Yunan Mitolojisi*
FanfictionBen Sofi. Yeraltının prensesi, Hades'in kızıyım. Yani bir zamanlar öyleydim. Kimi kandırıyorum ki Hiç olmadım. Ben Sofi. Gökyüzünün prensesi, Zeus'un kızıyım. Yani öyle olmam gerekiyordu. Kimi kandırıyorum ki Hiç olamayacağım. Fantastik #1 Yunanmi...