Saniyeler geçmesine rağmen hiçbir şey olmaması, daha şimdiden onlardan yardım istediğim için pişman olmamı sağlıyordu. Kimsenin yüzünü göstermediği her saniyede Leo'nun elini tutuşumu sıkılaştırıyordum. Kalp atışları yavaşlamaya devam ederken kaçındığım ikinci planı uygulamak son çarem gibi duruyordu. Tanrılardan tamamen ümidimi kestiğim o anda, Leo'yu içime sinmese bile yalnız bırakıp kampa, birini bulma umuduyla koşmaya başlayacaktım ki gözlerimi kör edecek kadar parlak bir ışık zaten aydınlık olan ortamı adeta daha da çekilmez bir hale getirdi. Yine de bunun kim olduğunu bildiğimden içimi saran rahatlama ile, ışık söner sönmez, Apollon'a, kurtarıcımıza baktım.
Yerde Leo ile birlikte durduğumdan elini tutmam için uzattığında içimdeki tereddüt, biraz da çekinmeyi biliyordu. Onu en son gördüğümde gövdesine bir kılıç saplayıp kaçmış olmam, bir tanrı için tabiki hiçbir şey olmasa bile yine de gurur kırıcı bir hareketti. Fakat parlak yüzüne rahatlatıcı bir gülümseme yerleştirince, o geçmişe takılmıyorsa ben niye takılayım diyerek elini tuttum ve beni kaldırmasına izin verdim.
Beni Leo'dan biraz uzağa çekti ve giydiği beyaz pantolonun kirlenmesini umursamadan benden boşalan yere eğilip elini Leo'nun alnına koydu. O, gözlerini kapatıp bir şey fısıldadığı anda Leo'nun her yerinde dolaşan altın süzmeler geçtikleri yerleri iyileştiriyorlardı. Mavi görünen damarları altın sarısı bir hale gelmişti ve parlıyordu. Saniyeler sonra elini çektiğinde Leo'nun vücudu da hiçbir şey olmamış gibi sapasağlamdı. Ayağa kalkıp yanımda durduğunda minnetle ona baktım.
"Teşekkür ederim."
Bu kadar ciddiyet ona fazla gelmiş olacak ki yarım ağız sırıtarak bir kolunu omzuma attı.
"Ne demek."
Gülümsedim ve yerde, tek bir çizik bile olmadan yatan Leo'ya baktım. Apollon'un kolunun altından çıkıp ona yaklaştım ve dakikalar önce yaptığım gibi, ama bu sefer daha rahat bir vicdanla, yanına çöküp elini tuttum. Bu sefer arkamda oluştuğu için gözlerimi acıtmayan ışık, parladı ve ardından söndü.
Apollon gider gitmez derin nefesler alarak doğrulan Leo, kafasını çevirmeyi akıl edip yanında beni gördüğünde, ne olduğunu hatırlamaya çalıştığı belliydi. Kendine gelmesi için ona süre tanıyıp, benden beklenmeyecek bir sabırla konuşmasını beklerken, arkasında gözüme çarpan, yerde, uçlarında bizim kanlarımızla duran iki kılıcı alma kararı aldım.
Önce onunkini, sonra Ares'in hediyesini yerden aldığımda, benimki diyemiyordum çünkü favori oğlunu öldürecek kadar ciddi yaraladıktan sonra, hediyesinin bende kalmasını istemezdi. Zaten bunu hak da etmiyordum. Bu yüzden elimde iki kılıçla artık iyileşmiş, nefes alış verişleri tamamen kendine gelmiş, domuz kadar sağlıklı ama oturduğu yerden hala kalkmamış Leo'nun yanına döndüm ve kılıcını ona uzatmadan önce pantolonumun paçalarına yakın bir yere kanları silerek temizleyip ona uzattım. Kılıcını aldıktan sonra aynı işlemi benim kullandığıma da yaptım ve kılıca hayran olan parçam içten içe ağlasa bile, kılıcı Leo'ya uzattım.
Fakat o kaşları çatık bir şekilde bana bakmaktan başka bir şey yapmadı.
"O, senin"
Başımı bir şey demeden sağa sola sallayıp elimi biraz daha ona uzattığımda, yine alma girişiminde bulunmadı.
"Sofi, o senin. Bu kılıcı kullanmayı hak eden tanıdığım tek melez sensin. Ne ben, ne de başka biri."
"Neler olduğunu hatırlıyor musun ki?"
"Her şeyi hatırlıyorum."
Şaşkınlıktan doğan bir sinirle ona bakarken benim aksime gayet rahat ve kendinden emindi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Princess Of The Hell *Yunan Mitolojisi*
FanfictionBen Sofi. Yeraltının prensesi, Hades'in kızıyım. Yani bir zamanlar öyleydim. Kimi kandırıyorum ki Hiç olmadım. Ben Sofi. Gökyüzünün prensesi, Zeus'un kızıyım. Yani öyle olmam gerekiyordu. Kimi kandırıyorum ki Hiç olamayacağım. Fantastik #1 Yunanmi...