*41*

2.2K 142 33
                                    

Ayaz olsa bile hava durumu şu an kafama takacağım son şey olduğundan kot ceketimi çıkarıp rastgele bir yere fırlattım. Sert esen rüzgar sayesinde uçuşan saçlarımı Emma'dan aldığım toka ile düzgün bir şekilde bağladım ve yaslandığım ağaç gövdesinden ayrılıp artık geç kaldığım şeyi yapmaya karar verdim.

Saat altıyı çeyrek geçiyordu ve on beş dakika içinde Will ile kelimenin tam anlamıyla tüm kampı uyandırıp cesedi bulduğumuz yere yığmayı becermiştik. Kheiron beni en az 3 kere sorgulamıştı ve ben de hiçbir şey bulamayacağına emin olsam bile çiçeklerden nota kadar her detayı anlatmıştım. Ayrıca işin içinde Hypnos'un da olduğu tahminimden de bahsetmiştim.

O da içine sinmese bile başımıza Dionysus'u bırakıp büyük kütüphaneye gitmişti.

Will ise Kheiron'un onu görünce donup kalan suratını bahane ederek gitmek istediğini, burada yapacak işi kalmadığını, kendi tarzıyla yapacağı araştırmadan bulduğu en ufak detaydan beni haberdar edeceğini, dikkatli olmamı falan söyleyip gitmişti ve beni berbat bir ortamda bırakmıştı.

En aklı başında arkadaşım -inanması güç- Leo olduğundan ilk ona haber vermiş, her detayı anlatmış ve diğerleriyle şimdilik yüzleşmek istemediğimi söyleyip benim yerime hikayeyi onun anlatmasını istemiştim. Çoğu zaman yaptığı gibi bana abilik taslayıp isteğimi kabul etmiş ama her şeyin yolunda olduğuna emin olmadan da gitmeme izin vermemişti.

Ayaküstü minik bir konuşmadan sonra onun da yanından ayrılmış, kulübüme geçip çabucak üstümü değiştirmiştim. Percy'nin yanına gitmem gerektiğini biliyordum çünkü yıkılmış olmalıydı. Fakat bencillik yapmış ve Dionysos'un olası bir kargaşayı engelleyemeyeceğini bildiğimden kavga çıkması en muhtemel yere gitmiştim.

İlk olarak şifacılara haber verip çok az melezin gördüğü cesedi aldırttığımız için artık sadece üstü çiçeklerle dolu toprak bir yol haline gelmiş o iğrenç yerde biraz oyalanma kararı almıştım ama hiçbir şey yapmadığım her saniye içim içimi kemirdiğinden pes edip Percy'e doğru yola koyulmuştum.

Şimdi ise aslında aramızda çok az mesafe olsa da attığım her adımda dağları aşıyor, okyanusları yarıyor gibi hissediyordum. İstemsizce attığım yavaş ve küçük adımlar yolu iki katına çıkarmaya yetmişti.

Bok gibi geçen bir yürüyüşten sonra belki de bu kamptaki en güzel kulübenin önünde durdum. Eski kulübem göle yakın diye seviniyordum ama Percy'ninki direkt denize sıfırdı. Tek katlı ve genişti. Etrafını saran verandanın bir tarafı denize açılıyor diğer tarafı kampa bakıyordu. Yan yana duran iki kırmızı koltuk atılmıştı ve üstlerindeki göçük yakın bir zamanda kullanıldığını gösteriyordu.

Daha birçok özelliğe sahip bu kulübeyi izlerken gereksiz detaylara boğulduğumu ve şu an burada bulunma sebebimin bu olmadığını hatırlayarak kapısına yöneldim. Tıklatmak ve tıklatmamak arasında kalsam da kapının tam kapalı olmadığını görünce başka seçeneğimin olmadığını anlayıp yavaşça içeri sokuldum.

İçi de dışı gibi ayrı güzeldi. Çok ferah duruyordu ki galiba bunun nedeni neredeyse hiç eşya olmamasıydı. Sadece mavi duvarların her yerine tablolar asılmıştı. Sırf dekor olsun diye asılan dağ, taş manzara tabloları değil, gerçekten yetenekli birinin elinden çıktığı belli, anlatacak bir şeyleri olan karakalem ve yağlı boya tabloları.

Bunlara biraz yakından bakarsam yakaladığım her detayla görevimden kopacağımı bildiğimden hiçbir yere on saniyeden fazla bakmadan sola kıvrılan koridoru takip ettim ve beni bomboş, dağınık ve geniş bir yatak odası karşıladı.

Güzelim oda mahvolmuştu. Rufina notundan sonra kulübemin geldiği hale benziyordu. Masa ve kitaplık devrilmiş, duvarlardaki tabloların taslağı olduğu belli çizim kağıtları her yere dağılmıştı. Gardrop da yamulduğundan açılan kapağı Percy'nin kıyafetlerinin bazılarının dökülmesini sağlamıştı. Yatağın örtüsü avizenin üstünden sallanıyordu ve verandaya açılan cam kapı yarı açıktı. Tül perde rüzgar sayesinde dışarı çıkmış, kopmak üzereymiş gibi uçuşuyordu.

The Princess Of The Hell    *Yunan Mitolojisi* Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin