Başlamadan önce minik not:
Bu bölümün çabuk gelmesinin tek sebebi önceki bölümlere yaptığınız güzel yorumlardır ve bölüm size ithaf edilmiştir.
Umarım beğenirsiniz.~Sofi~
Kılıcımın ucundaki minotor kanını pantolonuma sürdüm ve en yakınımdaki canavara doğru koşmaya başladım.
Başka bir melezle uğraştığı için geldiğimi fark etmeyen dev, kılıcımla kafasını kopardığımda çığlık bile atamadan yere yığılmıştı. Zaman kaybetmeden ikimiz de başka bir canavar ararken benim hedefim uzakta, hızla kamp merkezine ilerliyordu.
Onları uzak tutmak hepimizin ikinci en önemli görevi olduğundan, -birincisi ölmemekti- Percy ve Luke'u ayırırken yaptığım gibi canavarı ateşten bir çemberin içine hapsettim, alevlerin boyunu kaçmaya çalıştıkça yükselttim ve gittikçe çemberi daralttım. Bir yandan ona ilerliyor, bir yandan onunla oynuyordum.
Olabildiğince hızlı davranmamız gerektiğinden bu yaptığım pek doğru olmayabilirdi ama azıcık eğlenmekten zarar gelmezdi. Canavarlar, cehennem ateşinden doğduğundan onları öldüremiyordum ama yavaşlatabilirdim.
Alevlerin boyunu son bir kez arttırdım ve tamamen söndüklerinde, karşısında beni bulmuştu. Tanımış olmalı ki yüzüne yerleşen pis gülümsemesi sinir bozucuydu. Daha fazla zaman kaybetmedim ve kellesini koparıp işime devam ettim.
Sıradaki hedef, yine bir kikloptu.
Onu öldürmenin en basit yolu gözünü hedef almakken, acılı yolu seçmek istiyorsanız, dizlerini hedef alırdınız.
Ben de öyle yaptım.
Kıyafetimin üstündeki eklentiler sayesinde her yerim büyük küçük bıçaklarla doluydu. İki tanesini kapıp onu dizlerinden vurduğumda yere yığılıp, bağırmaya başladı. Bunun, onu en az birkaç dakika oyalayacağını bildiğimden etrafımda yardıma ihtiyacı olan var mı diye bakınmaya başladım.
Herkes onlardan beklemediğim kadar iyi iş çıkarıyordu. Kimsenin yardıma ihtiyacı var gibi durmuyordu. Savaşmaya başlayalı ne kadar olmuştu bilmiyorum ama şu ana kadar kayıp haberi almamıştım ve çok ağır yaralanan da yoktu.
Yemekhanenin önünde kılıcımı kaldırdığım anda hepsi, güçlü güçsüz demeden hepsi kılıçlarını benim gibi kaldırmış, yemeklerini veya sohbetlerini bırakıp arkama doluşmuşlardı. Aldığımız habere göre canavarlar, kıyıya yaklaştıkça ikiye bölünmeye başlamışlardı. Biz de bir taraf Percy, bir taraf benim önderliğimde olmak üzere onları karşılamaya gitmiştik.
Melezlerin durumları şimdilik çok iyi olduğundan, bu kiklopu da öldürüp Artemis melezlerinin yanına gitme, savaşı bir de oradan takip etme kararı aldım. Dizlerindeki bıçakların ikisini de dev gözüne sapladım ve hızla yanından ayrıldım.
Artemis melezleri her zamanki gibi bağımsızlardı. Yarısı ağaçların üstünde, yarısı onları yerleştirmeyi planladığımız yüksek tepelerdeydi. Tepelerden bir tanesi bulunduğum yerden görünüyordu ve konumu da herkesi görmeye olarak sağlayabilirdi.
Kısa bir koşunun ardından yanlarına vardığımda hepsi meşguldü. Geldiğimi fark etmediklerinden ya da beni takmadıklarından boşta duran bir yayı aldım ve aynı onlar gibi canavarları vurmaya başladım.
"Yayı birazcık sola kır. Rüzgar tersten esiyor."
Yanımdaki Artemis melezinin dediğini itiraz etmeden yaptığımda, haklıydı. Oklarım tam atmak istediğim yerlere ulaşmaya başlamıştı. Biraz daha öyle devam ettiğimizde, canavar sayısındaki gözle görülür azalma yüzünden oku bırakıp geliş amacımı gerçekleştirmeye başladım. Bensiz çok rahat hallederlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Princess Of The Hell *Yunan Mitolojisi*
FanfictionBen Sofi. Yeraltının prensesi, Hades'in kızıyım. Yani bir zamanlar öyleydim. Kimi kandırıyorum ki Hiç olmadım. Ben Sofi. Gökyüzünün prensesi, Zeus'un kızıyım. Yani öyle olmam gerekiyordu. Kimi kandırıyorum ki Hiç olamayacağım. Fantastik #1 Yunanmi...