Sırtımdaki bir yastığı daha yere attım ama olmuyordu. Bir türlü rahat edemiyordum. Halbuki sadece verandamdaki koltukta gölün ve hayvanların seslerini dinleyerek uyumak istemiştim. Oflayarak pes ettim ve istemeyerek de olsa kalkıp içeri girdim. Belki sesler odama da gelir umuduyla kapı ve pencereyi açık bıraktım. fakat odada çıkan tek ses adım seslerimdi. Sırtım yatağımla buluşunca gevşeyen vücudum ile sonunda uyuyabileceğimi düşündüm. En rahat pozisyonu seçtim , gözlerimi kapattım ve nefes alış verişlerimi yavaşlattım. Uyumak için en iyi silahım buydu.
Aklım istemsizce Luke ve Percy'e kaydı. Acaba onlar da benim gibi düşüncelerinin gazabına mı uğruyorlardı? Hermes bizi kampa getirdikten sonra akşam olmak üzere olduğunu görmüştük. Kheiron iştahlarının olmadığını bilse de herkesi yemekhaneye götürürken zor kaçmıştım. Tamam, şu an açtım ama o an bunu düşünmemiştim. Yarın hiçbir şey olmamış gibi turnuvanın kalan kısmından devam edecektik. Erken uyanabilmem için duvardaki saatin küçüğünü vermişlerdi. Üstünde garip iki metal vardı ve tik tak sesleri aşırı belirgindi. Saati alıp kulübeme dönerken tanık olduğum sahne de aklımı kurcalıyordu. Luke tam yemekhaneye gidecekken Hermes onu durdurmuş, konuşmaları gerektiğini söylemişti. Luke mırın kırın etse de çocuğu zorlamış, bir anda yok olmuşlardı. Luke, babasının onu umursamadığını düşünüyordu ve haksız sayılmazdı. Meclis birini yollama kararı alırken bırak bir şey yapmayı, ona bakmamıştı bile. İlişkilerine karışma hakkım yoktu ama Luke arkadaşımdı ve ona değer veriyordum. Mutlu olmasını isterdim.
Kolum uyuşunca ovalayıp yüz üstü yattım. Bedenen ne kadar yorgunsam zihnen o kadar dinçtim. Aslında uygun kelime asla dinç olamazdı çünkü mental olarak da çok bitik hissediyordum. İki kişilikli gibiydim. Babamla ilgili tüm gerçekleri ögrendigim sekizinci yaş günümden önceki her an baba diye sayıklayıp herkese nerede kaldığını soran, manzarası hiçlik olan ve cehennemden uzak, gerçek hayata en yakın şey olmuş balkonunda resimler çizen, toz pembe hayaller kurup hepsini bir günde yıkan ben ile o günden sonra en ufak duyguyu bile dışarı vurmaktan korkmuş, istediği tek şey sevgi olsa da intikam diye kendini kandırmış, geleceği hesap etmeden kararlar verip çözümü olmayan durumlara saplanmış, kendini zorla bir makineye dönüştürtmüş olan ben.
Bir ben mutluluktan ağlayacak diğer ben korkudan titreyecek gibiydi. Çocukluğumun istediği olmuştu. Babam karşımdaydı. Gözlerine bakmış, sesini duymuştum. En heyecanlı kısmı ise o da beni fark etmişti. Artık varlığımdan haberdardı. Kim olarak olduğu tartışılırdı ama en azından zihninde yer etmiştim. Masmavi gözlerinin odağında kalmıştım, kulaklarında sesim uğuldamıştı. Buna seviniyordum.
Bu ne hastalıklı bir histi?
İşte böyle düşünmemi sağlayan kısım mutluluğuma çomak sokuyordu. Ne vardı yani rol yapmak zorunda kalmasam? Bir gün gerçek ben olarak karşılarına çıkabilecek miydim merak ediyordum. Hayatta kalmak için muhtaç olduğum birine beni yönetme hakkı vermiştim. Kendim için, annem için yaşama hakkımdan vazgeçmiştim. Her ne kadar kabul etmek istemesem de ben bir kuklaydım ve iplerim Hades'in elindeydi. Otur derse oturmak, kalk derse kalkmak zorundaydım. Yoksa iplerimi keser ve beni sonsuza kadar dilsiz, sağır, hareketsiz bırakırdı.
Ne anlamım kalırdı?
Diğerlerinden farklı olmalıydım. Her yönümle de öyleydim zaten. Zayıf olma veya kaybetme şansım yoktu. Denemem için ikinci şansı vermeyeceklerdi. En iyinin iyisi olmak için yetiştirilmiştim ve her an neler yapabileceğimi kanıtlamak zorundaydım. Ağlayamazdım. Sahi, ağlamayı unutmuştum. Gözlerim bazen sinirden dolardı ama yanaklarımdan akıp giden damlaları hissetmeyeli çok olmuştu. İnsan olmanın en çaresiz getirisini bile yaşayamıyordum. Peki tüm bu çabam niyeydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Princess Of The Hell *Yunan Mitolojisi*
FanfictionBen Sofi. Yeraltının prensesi, Hades'in kızıyım. Yani bir zamanlar öyleydim. Kimi kandırıyorum ki Hiç olmadım. Ben Sofi. Gökyüzünün prensesi, Zeus'un kızıyım. Yani öyle olmam gerekiyordu. Kimi kandırıyorum ki Hiç olamayacağım. Fantastik #1 Yunanmi...