Tüm babaların BABALAR GÜNÜ kutlu olsun bu bölümde onlara hediyem olsun. Keyifli okumalar...... Ayrıca tüm üniversite sınavına giren arkadaşlara başarılar diliyorum.....Elinde küçücük bir bohça, ayağında plastik ayakkabılar, rengi solmuş bir elbise ile dört yıl önce girmiştim Eroğlu çiftliğinin büyük demir kapısından. Yıllar sonra yine aynı bohça, boynumda taşıdığım nikah tasması ve acılarla ilmiklenmiş bir dört yılın yüküyle çıkıyordum. Kırılan, yıpranan bir şeref ve çamura bulaşmış kirli bir aşkta dahildi bu yıllara.
İmam duasını bitirip ayağa kalktığında, odada ki herkes de onunla beraber ayaklandı. Kazım önce imamın, sonrada sert bakışlı adamın elini öptü. Adamın bakışları gibi sözleri de sert ve deliciydi.
"sonunda buldun belanı, sen Sadık kahyaya dua et bu iş bu kadarla kapanmazdı yoksa" dedikten sonra sert bakışlarını bu kez bana yönelterek elini uzattı. Emine ana koluma dürterek beni uyarınca, ben de bir kaç adımda adamın yanına gelip uzattığı elini öptüm. Sırasıyla Kazım önde ben arkada odadaki herkesin elini öpüp sözde hayır dualarını aldık. Dua dan çok bedduaya benzeyen sözler ve aşağılayıcı bakışlar altında nikah olayıda bitmişti. Sadık kahya "belediye nikahını da bir an evvel hallet Kazım" diyerek uyarmıştı.
Herkes odadan çıkıp avluya geçerken, Kazım bana dönerek çıkmadan önce "alacağın ne varsa al dışarıda bekliyorum" demişti. Ne alacaktım ki? Ailemin emanetleri ile sarılmış küçük bir bohça, ama giderken o bohçaya sığmayacak kadar keder ve acı götürüyordum. Küçük sandığı açıp içindeki hazineme baktım, özenle bir bohça yapıp içine yerleştirdim, uzun zamandır tuttuğum göz yaşlarım usul usul yanaklarıma süzülürken, kapıdan gelen sesle oturduğum yerden doğrulmadan önce yanaklarımı sildim.
"Zehra'm bakmaya kıyamadığım kuzum, böyle mi olacaktı gidişin" diyerek ağlayan Gulfem anaya koşarak sarıldım. Birlikte akıttık bu kez göz yaşlarımızı, kederli omuzlara. Birbirimizden ayrılınca, Gulfem ananın elinde tuttuğu gazete kağıdına sarılı şeyi gördüm. O da elindekini yeni fark etmiş gibi bir süre baktıktan sonra bana uzattı.
"bu senin için kızım, beni hatırlatması için. Allah şahidim ki buraya geldiğin ilk günden beri seni öz çocuğum gibi sevdim. Annenden kalan son hatırayı kaybettiğini biliyorum, onun yerini tutmaz ama bu da seni kızı gibi seven bir annenden hatıra olsun istedim"
Titreyen ellerimi uzatarak aldığım şeyi açtığımda, içinden mavi, üzerinde küçük beyaz çiçekleri olan kenarı beyaz papatya işlemeli bir yemeni çıktı. Bir kaç damla yaş yine benden izinsiz, yanaklarımdan süzülüp giderken:
"benim senden başka kimsem yok anam. Beni bu dünya da ki tek seven, sahip çıkan sensin ben seni nasıl unuturum, hakkını nasıl öderim" diyerek son kez doladım merhamet ve sevgi dolu kadına kollarımı.
Avluya çıktığım da Sadık kahya ve Kazim'ın babası olduğunu öğrendiğim adamın hararetli bir konuşma içinde olduğunu gördüm. Dikkatimi çeken iki şey vardı bugün, biri babası ve Kazım'ın çok yanyana gelmekten kaçınmaları, diğeri ise Gül ve Kazım'ın bugün aynı sinsi ve acımasız bakışlara sahip olduğuydu. Bir kaç kez onların birbirine manalı bakışlar attığına şahit olmuştum. Şimdi de mutfak kapısında Gül'ün getirdiği suyu içen Kazım'la, yine fısıldaşmasına şahit oluyordum. Onlara baktığımı anlamasınlar diye bakışlarımı bir zamanlar hayran kaldığım konağa çevirdim. Tam da bu anda oldu yine olanlar, kalbimin kırık parçaları tuzla buz olmuş, parçaları rüzgarda savrulup gitmişti.
İkinci katın büyük terası Poyraz bey ve müstakbel nişanlısına ev sahipliği yapıyordu. Poyraz bey yine ufka bakan karanlık gözlerini çatık kaşlarıyla örtüyordu. Neşeli ve heyecanlı bir hadise anlattığını düşündüğüm genç kadında en az anlatılanlar kadar güzeldi. Peki ben bu tablonun neresindeydim? Kazım ile evlenmek ne kadar doğru oldu bilmiyordum ama buradan bir an evvel ayrılmak çok doğru bir karardı.
Günlerce yolunu beklediğim, bir gülümsemesine ömrümü verdiğim adam, seni ne çok özlemiştim. Sesinin tonunu, kuzgunî gözlerinin rengini, rüzgarda savrulan asi saçlarını ne kadar uzun zamandır görmek için yanıp tutuşmuştum. Bil bilsen şimdi, benden aldıklarını, bir bilsen benim için anlamını, isminin dilimde nasıl dua olduğunu. Bir bebeğin masumiyeti gibi masum aşkımın, sen yokken nasıl kirletildiğini, geri döndüğün gün nasıl can çekişerek öldüğünü bir bilsen.....
Veda etti etti yüreğim sessizce, özlemim hasret giderdi sessizce, nefesim son kez çekti soluduğu havayı ama bu asi gözlerim sessizliği bozdu yine. Dayanamadı akıttı yine usul usul damlaları yanaklarımdan. Son bir kez diye dua etti yüreğim, kaldırsın yine o marur başını ve kokusunu alsın yine zambak çiçeğinin. Sanki görüyormuş gibi bakışlarını çevirsin bana, sen mi geldin zambak kokulu kız desin yine son bir kez. Görmeyen gözlerin bile hissedeceği bu yangını, kora dönmüş yüreğimi görsün istiyordum.
Ama hiç biri olmadı....
Yanındaki güzel kadının pahalı parfüm kokusunun yanında, küçük bir göz yaşı çiçeriğinin kokusunu alamadı. Son gününe kadar onun için yanacak bu kalbin yangınını göremedi.
"hadi trene geç kalmayalım, akşama ancak evde oluruz" Kazım kolumdan tutarak beni atlı arabaya bindirdi. Sanki oda bir an evvel bu konaktan çıkmak istiyordu. Diyarbakır'ın Besni ilçesine bağlı küçük bir köyde Kazım'a anasından kalan bir evde kalacaktık. Atlı arabanın nal sesleri eşliğinde uzaktan son kez baktım konağa ve sessizce vedalaştım.
Elveda.....
Üç saatlik tren ve bir saatlik araba seyehatin den sonra akşam güneşi batmadan köye gelmiştik. Atların durduğu evin önünde arabadan korkunç bir manzaraya bakarak indim. Kilitli olmadığından, rüzgarla gıcırdayan bir kapı, açık kaldığı için kırılan bir pencere pervazı, bakımsız kalmaktan dökülmüş duvarlarıyla hayalet evlere benzeyen bir harabeydi burası. Karanlığın çökmek üzere oluşu da ayrıca bir korku salmıştı içime.
"daha dikilip izyecek misin orada" Kazım'ın sesiyle biraz olsun cesaretimi toparlayıp bir kaç adım atmıştım ki içeriden gelen seslerle yine donup kalmıştım. Kazım da sesleri duyunca eliyle bana dur işareti yaparak kapıya ilerledi. Gıcırdayan kapıyı aralayarak kafasını içeri sokup bir küfür savurdu.
"ha si..r ne işiniz var lan burada ibneler." Sertleşen bakışlarını görüyordum sadece Kazım'ın, sonrada içeriden gelen konuşma sesleri ile yüzünün aniden değişip güldüğünü gördüm. Bir an benim varlığımı hissederek başını geriye atıp bana baktı.
"sen geç içeri, üst katta ki odalardan birine yat dinlen" dedi ve yolu açarak içeri girmemi bekledi. Korkak adımlarla karanlık evin içine girdiğimde, ilk fark ettiğim keskin bir alkol konusuydu. Öyle ki burnumu yakmış ve gözlerimi sulandırmıştı. İçeride yere serilmiş bir sofra ve onun etrafına toplanmış bir kaç ayyaş vardı. Sofrada envai çeşit meyva ve içki şişeleri, etrafa saçılmış pis kokulu kıyafetlerle çöplük gibi bir yerdi. Adamlardan biri yerinden kalkarak bana doğru sallanan adımlarla gelmeye başlayınca, korkudan üst kata doğru koşmaya başladım. Nereye gideceğimi bilmediğim için ilk bulduğum odaya kendimi atıp kapıyı kilitledim. Kapının arkasına, daralan nefesimi düzene sokana kadar sırtımı dayayıp derin nefesler almaya çalıştım. Aldığım her nefesle toz ve pislikler de ciğerlerime doluyor, kırık pencereden gelen soğuk hava da odaya daha kasvetli ve korkunç bir görüntü veriyordu.
Bazen bir kabus görürsün, uyanınca her şeyin biteceğini bilir ama bir türlü uyanamassın ya hani, işte benim halimde öyleydi şimdi. Hiç bilmediğim bir evde, tanımadığım bir yabancı ile bitmeyen ve uyanamadığım bir kâbusun içindeydim artık......
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZEHRA*TAMAMLANDI*
Historical FictionHem öksüz hem yetim bir kızın kör gözlerde aradığı umutsuz aşkın hikâyesi.