-37.bölüm-
Okul çıkışında kızlarla beraber Nefeslere giderken Doruk oldukça hareketli görünüyordu. Yol üstündeki pamuk şekerciden bizlere pamuk şeker alıp yeniden şoföre devam etmesini söylerken bakışlarım onun ve Bade’nin üzerinde gidip geliyordu. Tuhaftı ikisi de. Aslında tuhaf olan Bade’ydi. Gözleri sürekli boşluğa bakıyor ve bir şeyleri arıyormuş gibi hissettiriyordu size. Ama ne zaman merkezine Doruk gelip yerleşse kızın o donuk gözleri birden canlanıyordu. Bence,kendisi bile farkında değildi ama Doruk’a çoktan tutulmuştu.
Doruk içinse aynı şeyi söylemem pek mümkün değildi. Nasıl bir karaktere sahip olduğunu az çok anlamıştım ama duyguları konusunda kesinlikle taviz vermiyordu. Yani ona baktığınız zaman adam katil de olsa size gülümsediği an dünyanın en tatlı katili derdiniz şüphesiz! Şeytan tüyü var bunda yani. Gözleri felfecir okuyordu. Normalde yeşil gözlü insanlardan nefret ederim çünkü bana çok soğuk gelirler ki Doruk ve Nefes’te soğuk kişiliklere sahip ama her nasılsa size kendilerini sıcak olarak gösterebiliyorlardı. Nefes’in bakışları ve ses tonu aynı tondaydı ama Doruk’unkiler… Tanrım! Yüzü gülümserken ses tonu seni öldüreceğim diye bağırıyordu. Bunu size hissettiriyordu.
Neyse… Ne diyordum ben?
Heh! Duygular… Doruk’un duyguları… Kızlar, tarafından çok sevildiği bir gerçek. Zaten böyle bir yakışıklılık ve tatlılığın sevilmemesi mümkün değil ama onda insanı düşündürmeye iten şeyler de var. Bade’yle takıldığından beridir tuhaf bir şekilde davranıyor. Belki Bade’den hoşlanıyordur, hoşlanmaması imkansız çünkü kız çok güzel-her ne kadar boş bakıyor olsa da!- ama bunu ona söylemiyor ya da göstermiyor. Sadece ‘ben Doruk Pehlivan’ diyip o an ne istiyorsa yapıp geri çekiliyor! İçimden bir ses Poyraz abi nasıl Senem’i kendi kolunu kesecek kadar seviyorsa ileride Doruk da aynı şeyleri Bade için hissedecek diyordu…
Araba, sola dönerken Senemin Nefes’e bir şeyler anlattığını duydum. Ama Nefes pek oralı gözükmüyor gibiydi. Başımı çevirip onları dinlemeye başladığımda Nefes başını çevirip bana baktı ve “İnsanları dinlemek kötü bir şeydir” dedi.
“Yüksek sesle konuşuyorlarsa hayır, değildir” dedim.
Homurdanarak önüme döndüm. Hepsi farklı kişiliklere sahip beş ayrı insandı ama her nasıl oluyorsa her zaman bir hareket ediyorlardı. Yani biri leb demeden diğeri lebi’yi anlıyordu. Bu kıskanılacak bir durumdu. Yani kaçımızın anne babaları arkadaş diye çocukları da arkadaş oluyordu ki?
Doruk, bana bakıp “Volkan ile ciddisiniz siz bayağı he?” diye sordu. Başımı ona çevirip yüzüne baktım. Pamuk şekerinin üzerinden bana baktı ve kaşlarını çatarak “Ya da o ciddi sen esneksin?” dedi.
“Öyle bir şey söz konusu değil” dedim.
Doruk “O zaman?” diye sordu.
İçimi çekip, yayılmış olduğum yerde toparlandım ve kaşlarımı çatıp “Teyzem, iş için Madrid’e gidiyor” dedim. Dudaklarından çıkan ıslığı duymalıydınız “Vay! Havalıymış! Ee?” diye sorduğunda tısladım ve “Beni annemlerin yanıma göndermek istiyor. Yalnız kalamazmışım” dediğimde gözlerini kıstı ve “Hım” dediği sırada Nefes “Senin ailenle alıp veremediğin nedir?” diye sordu. doruk “Nefes?!” diyerek ona dönüp göz göze geldiklerinde Doruk’un mimiklerini görmeliydiniz. Uzanıp eliyle kızın yanağına dokundu ve “Seni seviyorum ama hayır. Ben konuşuyorum” diyerek onu uyardı. Nefes’in gözlerinde çakan şimşekleri görmeliydiniz. Bu, bunun intikamını alacağım seni serseri demek gibi bir bakıştı. Gülümsemeden duramayan ben onun sorusunu cevapladım. “Yatılı okula gittiğim dönemde halamla aramda neler olduğunu az çok biliyorsunuz ve başıma ne gelirse gelsin annemin kılını kıpırdatmadığını da… Bu yüzden, onunla aynı çatı altında yaşamak istemiyorum. Kendimi yeniden bulmuşken kaybedemem. Bu beni korkutuyor” dediğimde Doruk gözlerini Nefes’inkilerden çekip bana odakladı ve “On altı yaşındasın, ateşlisin ve aynı zamanda dumanı üzerinde tüten bir erkek arkadaşın var. Üstelik ne zaman yalnız kalsanız zamk gibi birbirinize yapışıyorsunuz. Yani kusura bakma ama bence de ailenle yaşamalısın?”dedi.
Ona bakıp, omuz silktim ve “Hah, bunu bana sen mi söylüyorsun? Bana bak oğlum, bana saydırdığın her şeyin aynısını sen de yapıyorsun? Yapmıyor musun?” diye sorduğumda yüzü asıldı ve bana doğru eğilerek “Poyraz’ın sana ne dediğini hatırlıyor musun Şahin?” diye sordu.
“Evet, ne olmuş?”
Gülümsedi “Aklından çıkarmasan iyi edersin.” Dedi ve arkasına yaslandı. Bu, şey demekti ‘biz seni de kardeşlerimizden görüyoruz ve seni koruyup kolladığımızdan aklındaki yalnız yaşama düşüncesinden vazgeç yoksa dayağı yersin’ gözlerimi kısıp ona baktığımda başımı sallayarak arkama yaslandım. Hiçbirini düşünmek istemiyordum. Düşünmek istediğim tek şey Volkan’dı. Dumanı üzerinde tüten sevgilim…
He he…
****
Genç kız, evine gelmeden bir blok önce inip yürümek istemişti. Çantaları boynunda sağından ve solundan sarkmış bir halde yürümesini zorlaştırırken hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Mahalleye girip evin karşısındaki parka yöneldiğinde boş bulduğu çardaklardan birine geçip oturdu ve üzerindeki tişörtü çıkartarak atleti ile kalakaldı.
“Selam genç!”
Başını kaldırıp kendisine doğru gelmekte olan Rıza abisini gördüğünde ayağa kalkmaya çalışan genç kız, genç adamın “Otur. Rahatını boz diye gelmedim” diyerek cebinden çıkardığı tofitalardan kıza uzattı. Didem, sesini çıkarmadan birkaç tane alıp ağzına atarken bakışları basketbol sahasının içinde top koşturmakta olan çocuklara kaydı.
“Bu aralar seni göremiyoruz. Millet seni özlüyor” diyen Rıza abisine dönüp bakan genç kız “Yeni okul şeyi işte” dedi dolu olan ağzıyla. Genç adam, başını sallayıp oturduğu yerden kaykılarak yere kızın yanına oturdu ve “Ee, kolejde okumak nasıl bir duygu?” diye sorduğunda Didem başını salladı ve “Diğer okullardan bir farkı yok. Farkı hissetmeni sağlayan tek şey kıçlarına sopa sokulmuş gibi dimdik yürüyüp insanların tepesine tüneyen zengin piçleri!” dedi tıslayarak.
Rıza “Ooo, birileri seni kızdırmış. Yanılıyor muyum?” diye sorduğunda Didem içini çekerek başını salladı ve “Beyinsizler. Yemin ediyorum orada bulunduğum süreden beri hepsinden nefret ediyorum. Sırf babam için dayanıyorum. Ona söz verdiğim için” dediğinde genç adam “Belki de dayanmamalısın” dedi.
Didem, konuşmanın nereye varacağını bildiğinden yerinden kalkmak istedi ama abisinin elinden tutması ile “Rıza abi” dedi.
“Hadi ama Didem, seni şu kadarki halinden beri tanıyorum. Lastik terliklerinle elinde plastik topla oradan oraya zıpladığın günleri, erkek çocuklarıyla iddiaya girip onlarla yumruk yumruğa kavgaya tutuştuğundan beri tanıyorum.” Dedi.
Didem “Büyüyorum. Artık sorumluluklarım var” dedi.
“Kime karşı? Kendine mi yoksa babana mı?” diye sordu.
Didem “Her ikisine de” dediğinde genç adam “yok ya! Sana bir şey söyleyeyim mi kızım? Baban yarın ölecek!” dedi gözlerini kısıp. Didem, dönüp ona baktığında “Ne?” diye sordu. Rıza başını sallayıp ağzındaki şekerleri yemeye devam etti ardından “Senin sorumluluğun sadece kendine olmalı beni anladın mı? On altı yaşındasın ve henüz hayatın başındasın ama baban için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Adam kırklarına gelmek üzere, evlenmiş, iki çocuğu güzel bir işi ve evliliği var. Yani ileriye dönük bir şeyler yapmak zorunda değil. Tabi yok ben kızlarıma da bakacağım diyorsa o ayrı!” dediğinde Didem “Ben gidiyorum!” diyerek ayağa kalkmaya çalıştı.
“Otur şuraya aptal!” diyerek kızı elinden tutup oturduğu yere mıhladı ve gözlerine bakıp “Benim tanıdığım Didem, kendi istediği şeyden başkasını yapmazdı! Her zaman önceliği kendi isteği olurdu. Ama bu… Kusura bakma kardeşim ama istersen Yale’de oku böyle davranmaya devam ettiğin sürece benim gözümde bir değerin kalmayacak. Sen kendi hayatından sorumlusun. Bugün eline alacağın ve vereceğin kararlar senin geleceğini şekillendirecek. Sırf baban mutlu olsun diye onun istediklerini yapmaya devam edecek olursan, hayattan zevk almasını bilen o kızı yok edeceksin. Ki benim şuan gördüğüm de tam olarak bu. Oraya gittiğinden beri yüzün sürekli yerde, aklın başka yerde, dokunsam ağlayacakmışsın gibi hareket ediyorsun. Açıkçası Nike giymendense lastik terliklerini giymeni tercih ederim.” Deyip ayağa kalktı ve dişlerini sıkmakta olan kıza bakarak “Sen dediklerimi bir düşün tamam mı? Sonra yine görüşürüz ama bu sefer sahada! Çünkü benim tanıdığım Didem, abisinin kendisine söyledikleri yüzünden öfkelenir ve siktiri çekip beni o saha da yere sererdi.” Dedi arkasını dönüp giderken.
Hızla nefes alıp vermeye başlayan genç kız,yumruklarını sıkıp yere vurduğunda dizlerini kendisine çekti ve yüzünü diz kapaklarına saklayarak “Hepiniz çok biliyorsunuz zaten değil mi? ben bir halt bilmiyorum!” diyerek kendi kendisine söylendiğinde duyduğu ayak sesleri üzerine sinirle başını kaldırıp “Bak,Rıza abi canın dayak istiyorsa seve seve seninle kavga ederim! Ama şimdi si-“
Cümleyi tamamlayamamıştı.
“Ebu Bekir?”
“Merhaba Didem”
Genç kız, olduğu yerde durup öylece bir resme bakar gibi Ebu’ya bakarken genç çocuk içini çekip önüne döndü ve “Haydar hoca gelip seni kontrol etmemi istedi” dedi. Ardından hala kızın kendisine bakmakta olan gözlerine bakıp gülümsedi ve “Anlaşılan gerçekten de kontrol edilmeye ihtiyacın varmış” dedi. Sesi yumuşacık bakışları sevgi doluydu. Didem, dayanamayacağını hissediyordu. Önüne dönüp bakışlarını yere indirdiğinde Ebu geriye yaslanıp onu izlemeye başladı. “Senin yerine başkasını da gönderebilirdi? Hem benim kontrol edilmeye ihtiyacım yok! Neden olsun ki? Deli miyim ben?” diye sorduğunda Ebu gülümsedi ve “Elbette değilsin ama sanırım okulundan arayıp senin hakkında ufak bir şikâyette bulunmuşlar. Dolayısıyla da Haydar Hoca senin için endişelendi” dediğinde Didem “Seni niye gönderdi? Basketbol bile oynamıyorsun?” diye sordu.
Ebu “Nesrin’in mi gelmesini isterdin? Sanırım,Haydar Hoca ilk önce onu göndermeyi düşündü ama tek parça halinde geri dönüp dönemeyeceğini kestiremediği için bu isteğinden vazgeçti.” Dediğinde genç kızın yüzünde bir tebessüm belirmişti.
Ebu, açık kapıdan içeriye girmeye çalışarak “Burak’ın da takımı çalıştırması gerekiyordu. Bir maç kaybettiler ve Haydar Hoca onları cezalandırıyor” dediğinde Didem dönüp ona baktı. Gözlerini yüzünde dolaştırıp yeniden gözlerine dikildiğinde “Burada ne işin var?” diye sordu.
Ebu “Dedim ya…”
Didem, başını sallayıp yeniden önüne döndü ve “Evet, her neyse” diyerek ayağa kalkmaya çalıştı. Ama bacaklarının dermanı yoktu ve oturmaya devam etti bir süre daha. Ebu, arkasına yaslanmış onu izlerken ona bakmayı ne kadar çok özlediğini düşündü. Uzun boylu, kaslı, erkek gibi kısa kestirdiği saçlarını ve sinirlendiği zaman kaşlarının arasındaki o küçük çizgiye bakmayı ne kadar çok özlediğini hissetti…
Didem, ona bakmamak için direnirken “İşin bitti! Şimdi neden gitmiyorsun?” diye sordu.
“Oturmak yasak mı?” diyen Ebu’ya dönüp baktığında adamın gözlerinde zevk parıltıları vardı. Ona doğru eğilerek “Benimle… Uğraşma!” diye fısıldadı. Ebu da yaslanmış olduğu yerden doğrulup ona doğru eğildi ve burnu kızın burnuna değinceye kadar gözlerine bakıp “Uğraşırsam ne olur?” dedi göz kırpıp. Didem, geriye çekilmesi gerektiğini biliyordu ama bunu yapmadı. Ebu, onun iç savaş halinde olduğunu görebiliyordu. Her ne kadar içinden ona sarılıp destek olmak gelse de kendisini dizginledi ve “Merak etme, peşinde dolaşmaya niyetim yok artık. Ne derler bilirsin gözden uzak olan gönülden de uzak olurmuş.” Diyerek geriye doğru çekilirken Didem duydukları ile afallayarak gözlerini kırpıştırdı ve öfke saçan bakışlarını çocuğun yüzüne çevirerek hışımla oturduğu yerden ayağa kalktı.
Ebu, onun sinirlendiğini görebiliyordu. Kaşlarını çatmamak için kendisiyle savaşırken külçe ağırlığındaki iki büyük çantayı yerden alışını ve omuzlarına asarak bir şey demeden oradan ayrılışını izledi sessizce. İçini çekip ellerini iki yana açtığında onun olduğunu tahmin ettiği tişörtü eline alıp kokladı ve içini çekerek “Üzgünüm Didem” diye söylendi. Ardından bakıp ayağa kalkıp onun aksine ters yöne doğru yürümeye başlayan genç adam, telefonunun çalması ile sıkıntıyla açıp cevap verdi ve “efendim Hocam?” dedi.
“Didem nasıl?” diyen Haydar Hoca’ya içinden saydıran genç adam “Neden bu işe beni soktunuz ki? Zaten bana öfkeliydi şimdi daha da öfkeli!” dedi.
Haydar Hoca “Hadi Ebu, kız gibi sızlanma sakın. Didem’in okula geri dönmesinin tek yolu bu. Aksi takdirde gerçekten kötü olacak” dedi.
Ebu “Ya tabi. İşin sonunda ondan dayak yeme olasılığı altında olan nasıl olsa siz değilsiniz değil mi?” diye sorduğunda Haydar Hoca güldü ve “Şanslısın oğlum. Ne demişler sevdiğinin yerde gül biter” dedi.
Ebu “Hı hı, eminim öyledir.” Diyerek telefonu kapatıp sokaktan çıkmadan önce son kez dönüp arkasına baktı. Öyle hızlı yürüyordu ki o sinirle gül biter mi yoksa krater mi oluşurdu vurduğu yerde düşünmeden edemedi.
Didem ise evin önüne gelmiş deli gibi tahta kapıyı yumrukluyordu. Anahtarı olmasına rağmen kapıyı açacak güce sahip olmadığını düşünüyordu. Öte yandan da deli gibi sinirliydi. Annesinin kapıyı açması ile içeriye dalan genç kız, omuzlarındaki ağırlığı yere atıp ayakkabılarını bir köşeye fırlattığında, kutu gibi olan evinde hızla ilerlemeye çalışarak küçük odasına doğru yürümeye başladı. Ablası Duygu oturma odasına çıkıp “Ne oluyor ya?” diyerek elinde kumandayla annesine bakakaldığında genç kadın “Bilmiyorum ki?” diye söylendi. Didem, odasına girip kapıyı çarptığında göğsü sinirden hızlı hızlı inip kalkıyordu. Ellerini yumruk yapmış, dişlerini sıkmış bir halde öylece duvara bakarken dizlerinin üzerine çöküp sırtını ranzanın duvarına yasladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Kapının dışında ise ablası annesine bakıp “Neden ağladığını her ikimizde biliyoruz. Lanet olsun, babamla konuşmalıyız artık” dediğinde genç kızın annesi içini çekerek içeride ağlamakta olan kızın yanına gitti kapıyı açıp.
Didem “Beni rahat bırak! Git başımdan!” diyerek etrafındakileri savuşturmaya çalıştığında ablası ile annesi gelip onu ortalarına aldılar ve sarılarak onun ağlamasına, içindekileri boşaltmasına izin verdiler…
********
Ali, kendisini gerçekten iyi hissediyordu. Hatta iyiden de öte. Öyle ki asla yemek yapmayan elleri bugün arkadaşları için mutfağa girmiş ve bir şeyler yapmak için kolları sıvamıştı. Onu kapının gerisinden izleyen Cüneyt ve Oğuz han birbirlerine bakıp “Aşık olmak insanı böyle şapşala çeviriyorsa biz almayalım kardeşim” diyerek birbirlerinin ellerine vurdular ardından oturma odasına girip televizyonu açtılar. Ali’nin ise aklında sadece Ayşegül vardı. Soğanlar gözünü yakıyor olsa da aptal gibi gülümsüyor ve hafta sonu ne yapmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Sinemaya gidebilirlerdi ya da eğlenmeye. Ya da hepsini birden yapabilirlerdi. Dolaptan tavayı çıkarıp tezgahın üzerine koydu ve doğradığı soğanları içine koyup sivri biberleri eline aldı. Kapının çalması ile “Kapıya bakın lan!” diye bağıran genç adam seslerin kesilmesi üzerine “Kim gelmiş? Volkan’a söyleyin ekmek almadan gelmesin!” diye bağırmıştı yeniden.
Ama seslerin tamamen kesildiğini görünce kaşlarını çatıp arkasını dönmüş ve onunla yüz yüze gelmişti. Çatılan kaşları, yüzünde bir kasın seğirilmesine neden olurken Oğuz Han ve Cüneyt birbirlerine bakıyorlardı şimdi. Hanzade hanım, tüm zarafetiyle oğlunun karşısında dururken nemli gözleriyle ona doğru ilerledi ve “Oğlum” diyerek ona sarılmak istedi. Ali’nin ellerine vurması ile sıçrayarak olduğu yerde duran kadın,oğlunun gözlerindeki salt öfkeyi ve kendisine duyduğu nefreti şimdi daha net görüyordu.
“Oğlum ben…” diyerek söze başladığında Ali “Ona kapıyı gösterin!” diyerek arkasını döndü. Titremeye başlıyordu. Ne olursa olsun içindeki pisliğin dışarı çıkmasına izin vermeyecekti. Bunu yapmayacaktı! Ama kadının ona dokunması ile yüzünü buruşturup dişlerini sıktı ve bağırarak “size ona kapıyı gösterin dedim!” diye bağırdı. Artık çok geçti. İri iri açmış olduğu gözleri öfke ile parlarken dili bir yılanınki kadar zehirli bir kıvama gelmişti şimdi. “Bana dokunma! Beni anladın mı? Bana bir daha sakın dokunma! Bana bir daha oğlum da deme! Senin bir oğlun yok! Ali yok yok!” diye bağırarak gözlerini iri iri açtığında Hanzade hanım “Oğlum, seni çok özlüyorum! Kardeşin seni çok özlüyor!” dediğinde Ali “Ben seni özlemiyorum!” diye tısladı dişlerinin arasından. “Senden o kadar nefret ediyor, o kadar tiksiniyorum ki midemi bulandırıyorsun! O benim kardeşim değil! Senin aşığının oğlu!” dediğinde Hanzade Hanım “Ali…” diye fısıldadı.
Cüneyt “Sakin ol Ali” diyerek araya girmeye kalktığında genç adam yutkunarak gözlerini kapadı ve “Çıkar onu buradan!” diye tısladı. Cüneyt “Lütfen gidin” diyerek kadının kolundan tuttuğunda Hanzade hanım aldığı yenilgiyle “Sen benim oğlumsun. Böyle yaşayarak daha nereye kadar devam edeceksin!” diye bağırdığında Ali dönüp eline bıçağı aldı ve “Ben senin oğlun değilim! Senin oğlun yok karşında! Niye biliyor musun sen öldürdün çünkü onu! Babamı öldürdüğün gün onu da öldürdün! Tiksiniyorum senden! Nefret ediyorum! Ben seni öldürdüm, bitirdim, parçalara ayırdım seni! Uzak dur benden! O pis, aşağılanmış bedenini alıp git buradan yoksa sana yemin ediyorum hayalimde yaptıklarımı şimdi yaparım ve bunu yaparken gözümü bile kırpmam!” diye bağırıyordu.
Özkan ve Volkan ise apartmanın kapısından içeriye girdiklerinde birbirlerine söylenip duruyorlardı. Volkan “Lan oğlum hadi be. Ne olur versen…”
Seslerin gelmesi üzerine başlarını yukarı kaldıran Özkan ve Volkan “Ali!” diyerek bağırdılar ve ellerindeki torbaları yere atarak hızla içeri daldılar. Ali, Cüneyt’in kollarının hapsinde olduğu yere zincirlenmiş dururken annesi deli gibi halen ona uzanmaya çalışıyordu. Volkan “Ne oldu lan?” diyerek Oğuz Han’ı köşeye çektiğinde Özkan mutfağa girmiş kadını dışarı çıkartıyordu. Kadın,gitmemek için direnirken Özkan son bir hamleyle onu kapının dışına çıkardı ve “Size saygısızlık etmem istemiyorum hanımefendi ama kardeşim sizi görmek istemiyor. En son ki karşılaşmamızda bunu açık bir dille dile getirdiğimizi sanıyorum.”
Hanzade Hanım “Se-sen kim oluyorsun da?”
Ali’nin çığlıklarını duymamak imkansızdı. Özkan sanki içinden bir şeyler kopartılıyormuşçasına yumruklarını sıkıp kadına baktı ve “Ben onun abisiyim. O burada güvende ve huzurlu.” Dediğinde Oğuz Han “Adresimizi nereden buldunuz?” diye sordu.
Hanzade Hanım,İrem’den aldığı bilgiyi hatırladı ve kibirle başını yukarı kaldırıp “Kız arkadaşından!” diye bağırdı.
Mutfakta Cüneyt ve Volkan’ın kollarından kurtulmaya çalışan Ali, annesinin ‘kız arkadaşından’ diye bağırdığını duyunca durmuş ve çıldırarak “Yalan söylüyor! Yalan söylüyorsun o böyle bir şey yapmaz!” dedi. Özkan, kapıyı kadının suratına kapatıp Oğuz Han ile birlikte içeri koştu ve “Elbette yalan söylüyor” dedi. Ali, ağlıyordu şimdi “Yalan söylüyor. Ayşegül yapmaz öyle şey. Yapmaz ağabey” dediğinde Özkan da ağlıyordu “Sakin ol. Elbette yapmaz. O bilmiyor ki olanları hem onu da tanımıyor” dediğinde Cüneyt’e döndü ve “Su” dedi.
Oğuz Han, Volkan ve Özkan zincir misali çocuğun bedenini kıstırmış hareket etmesini engellemeye çalışıyorlardı. Özkan, dizlerine yatırdığı Ali’nin başını kaldırıp suyu içmesini sağladıktan sonra yeniden başını dizlerinin üzerine aldı ve dağılmış mutfakta gözlerini dolaştırdı. Ali’nin kollarından tutan Oğuz Han yere yığılırken Volkan bacaklarını tutmayı bırakmış ve o da arkadaşının yanına yığılmıştı. Ali, hala ağlıyordu. Gözleri kapalı, kaşları çatık hala o kâbusu yaşıyordu. Kadının söylediklerinin doğru olmadığına inanmak istiyordu. İnanıyordu ama şüphe onu mahvediyordu. “O bana yalan söylemez. Bana öyle bakarken söylemez” dediğinde Özkan dudaklarını birbirine bastırdı. Ali, en son kriz geçirdiğinde yine böyle bir sahneye şahit olmuşlardı. Volkan, uzanıp Özkan’ın bacağına dokunduğunda genç adam gözyaşlarının arasından başını salladı ve “Bu ona zarar veriyor Volkan. Lanet olsun” diyerek kucağında sızmakta olan kardeşine baktı içini çekerek. Küçük bir bebeği sever gibi saçlarını okşadığında Cüneyt cebinden cep telefonunu çıkardı ve “Ben Ayşegül’ü arayacağım” dedi.
Özkan “Bu saatte?”
Cüneyt “Saat daha dört. Hem gelsin ne var? Biz bırakırız onu geri” dediğinde Özkan istemeden de olsa kabul etti. Ama nasıl bir işe bulaştıklarının farkında değillerdi o anlarda. Ali’nin yanan canının, öfkesini Ayşegül’den çıkaracağını ve bunu fark ettiklerinde her şey için geç kalacaklarının farkında değillerdi henüz…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SERSERİ AŞIK (ESMER SERİSİ -2)
Teen FictionBiz imrenilendik... Parmakla gösterilen ve çoğu zaman nefret edilen ve ettirendik... Biz aileydik... Biz birdik... Birimiz leb diyorsa diğerimiz lebi diyendik... Sorun olduğunda neden diye sormayan hemen geliyorum diyendik... Ağladığında ağlama deme...