-47.bölüm-
-Bir Hafta Sonra-
Eve geçeli tam bir hafta olmuştu. Volkan, eşyalarının yarısını bizim eve taşıdığından beri olabildiğince annemle yüz yüze gelmemeye çalışıyorduk. Her ne kadar, onunla aynı evde yaşayacak olmak beni sevindiriyor olsa da aynı zamanda geriyordu da. Bu elbette annemin söylediklerinden dolayı değildi. Bu, biraz da benimle ilgiliydi. Teyzem, eşyalarını bavullara yerleştirirken bir yandan da o yokken bana neyi yapıp yapamayacağımı anlatıyordu. Gözlerimi devirerek yatağın kenarına oturmuş onu izleyip dinlerken gülümsemeden edemiyordum. Hayatımın, en önemli insanı birazdan bu kapıdan çıkıp gidecek ve bir sene sonra geri gelecekti. Ve ondan sonra yine gidecekti. Gözlerime dolan yaşlarla başımı başka yöne çevirip gülümsedim. Kimseye anlatmadığım acılarımın içerisinde teyzem, kahveme attığım şeker gibiydi. Bana sürekli gülümsemem gerektiğini hatırlatan, ayakta kalmamı sağlayan… Şimdi onun gidecek olduğunu bilmek-her ne kadar geri döneceğini bilsem de- içimde bazı şeylerin acımasına, bunca zaman örmüş olduğum duvarların yıkılmasına neden oluyordu. Gözlerimden akan yaşların farkına vardığımda kaşlarımı çatıp başımı önüme eğdim. Belki de ilaçlardandı bilmiyorum. Eskisi kadar kendimi hareketli hissetmiyordum ve sürekli bir duygusallık içerisindeydim. Saçlarıma değen sıcak elle birlikte başımı kaldırıp teyzemin gözlerinin içine baktım. Gülümseyerek bana bakarken iç çekip “Ben iyiyim” diye mırıldandım yarım yamalak.
“Elbette iyisin. Çünkü sen güçlüsün bebeğim” diyerek kabuk bağlayan yaramı öpüp başımı göğsüne yasladı. İçini çekerek saçlarımı öperken “Volkan sana çok iyi bakacak. Bundan hiç kuşkum yok” dedi.
Gülümseyerek beline dolamış olduğum kollarımı daha da sıktım ve “Geri geleceksin ama değil mi?” diye sordum. Sesimdeki bu çaresizlikten nefret ediyordum. Gitmek benim için sorun olmamıştı. Sorun olduğunda yok gibi davranmakta. Ama şimdi bunların hiçbirini eskisi gibi göz ardı edemiyordum. Çünkü seviyordum. Herkesi, her şeyi hayatımda yer alan her şeyi olduğu gibi kabul edip seviyordum ve bu duygusal olmama neden oluyordu. Kolum kanadım kırılmış gibi hissettiriyordu. Ne çok isterdim teyzemin annem olmasını…
“Elbette geleceğim. Göz açıp kapayıncaya kadar burada olacağım” dedi. Ardından başımdan tutup saçlarımı geriye itti ve beni kendisine bakmam için zorladı. “Ah, ağlamak sana hiç yakışmıyor” dediğinde “Keşke sen annem olsaydın” dedim birden. Bu sefer gözleri dolan ve bir iki damla yaş akıtan o olmuştu. Sevgiyle gülümseyip “Öyle değil miyim zaten?” diye söylenip alnımdan öptüğünde gözlerimi kapatıp sımsıkı sarıldım ona. Kendimi terk ediliyormuş gibi hissediyordum. Annem, beni bırakıp giderken çocuktum ama ona ihtiyaç duyarken yanımda olmadığını bilmek bile böyle hissettirmemişti. Çünkü beni hiç sevmemişti. Ne bileyim ağabeyime baktığı gibi onu sakındığı gibi beni sakınmamıştı ve ben bunun bilincinde olduğumdandı belki de hiç önemsememiştim. Ama şimdi, dedim ya seviyorum. Ve sevdiğiniz insan tarafından geride bırakılmak insanın canını çok acıtıyordu. Geç verilen cevapla başımı sallayıp “Öylesin” diye mırıldandım. Daha fazla kendimi tutamayıp hıçkırıklarla ağlamaya başladığımda teyzem de en az benim kadar şaşırmıştı bu duruma. Önümde eğilip yüzümü avuçlarının arasına aldı ve “Serap…” diye fısıldadı.
Ona bakmadan, yüzümü avuçlarının arasından kurtarmaya çalıştım ama yapamadım. “İlaçlar yüzünden. Hep onlar yüzünden” diye geçiştirmeye çalıştım sonra ona bakıp “ Duygusallıktan nefret ediyorum. Sanki bir daha hiç gelmeyecekmişsin gibi hissediyorum. Annem gitsin, hatta yok olsun ama sen gitme” dediğimde kendime inanamıyordum. Sanki konuşan ben değildim de bir başkasıydı.
“Serap…”
“Güçlü durmaya ve olmaya çalışmak çok zor. Olduğumdan farklı gözükmeye çalışmak. İnsanları kendimden uzaklaştıracağım derken onları kendime çekmek… Şu halime bak. Belki de buraya hiç gelmemeliydim. Herkesin hayatını mahvediyorum. Annem beni sevmiyor, halam benden bir imalat hatasıymışım gibi bahsediyor. Yıllarca onun işkencelerine katlandım nedenini bilmeden. Babam, iki arada kaldı. Volkan, belki de hiç istemediği ama sırf yaşadıklarım yüzünden bana acıdığı için benimle yaşamak istiyor ve ben bunun bile doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bir şekilde herkesin hayatını alt üst ediyorum. Seninkini bile!” dediğimde çığlık atar gibi konuştuğumu o anda fark ettim.
Duyduğum kırılma sesleri ile başımı çevirip kapıdan bize bakmakta olan Volkan’ı ve gerisinde durmuş babamı gördüm. Suçluluk duygusu ile başımı önüme eğip dudaklarımı dişlerken teyzem çenemden tutup birazcık havaya kaldırdı ve “Hey, sen çok özelsin. Çok ama çok özel bir kızsın. Hareketlerinle, sözlerinle. Gülüşünle bile. Milyonlarca insanın arasında da olsan seni çekip çıkaracak bir güce sahipsin bebeğim. Çünkü sen özelsin. Halan olacak o pisliğin sana yaptıklarının telafisi yok biliyorum ama inan bana asıl imalat hatası olan o. İçine insanlık katılmayan tek yaratık. Ama sen buna rağmen dayandın. Onun sana yaptığı her şeye katlandın ve büyüdün bir tanem. Güçlendin. İnsanlara kendini farklı göstermedin sadece acılarını sakladın. Bu da senin en doğal hakkındır çünkü acılarımız bizim dostlarımızdır. Bir başkasına anlatmakla olmaz ki…” dediğinde o da ağlıyordu. “Sen…” dedi sesini toparlayarak “Benim küçük kızım, yeğenim. Sırdaşım ve arkadaşım ve baş belam. Sen olmasaydın inan bana bu kadar cesur olamazdım. Kayseri gibi bir yerden çıkıp dünyanın bir ucuna gidemezdim. Volkan’ın dediği gibi sen bir Şahin’sin. Öyle güçlü bir yapıya ve hislere sahipsin ki farkında olmadan etrafındaki insanlara kendini sevdiriyorsun. Kimse seninle alay etmek için ya da acıdığı için birlikte olmak istemiyor. Birlikte olmak istiyorlar çünkü sen güçlüsün. Ayaktasın ve ne istediğini biliyorsun. On altı yaşında bile olsan sen çoktan büyümüş olanlardansın. Volkan, seni seviyor. Ben, bunu onun gözlerinde gördüm. İçi gidiyor çocuğun sana bakarken. Sence baban ona güvenmeseydi ve seni sevdiğine inanmamış olsaydı onun seninle yaşamasına izin verir miydi Allah aşkına?” dediğinde burnumu çekip ona baktım.
“Ağlamak yok” diyerek ıslak kirpiklerimden beni öperken ona bakıp başımı salladım ve “Tamam, git artık” dedim duygudan yoksun olan bir sesle. Bana bakıp içini çekti ve ardından bavulunun fermuarını çekmek için yatağın diğer ucuna ilerledi. Marco, ondan birkaç gün önce gittiği için teyzem iki saatlik yolculuk boyunca yalnız olacaktı ama bu durumdan şikâyet ettiği de yoktu.
Babam, bavullarını kapıya taşırken ayağa kalkıp peşinden gittim. Havaalanına kesinlikle gitmeyecektim. Onun yerine burada evde kalacak ve Volkan’ın kalan eşyalarını yerleştirmesine yardım edecektim. Ben teyzemin odasında Volkan da benim odamda kalacaktı. İki sevgili aynı evde farklı odalarda kalacaktık. Babam, bana bakıp yüzümden ve gözlerimden öptüğünde “Bırakıp geleceğim” dedi. Başımı sallayıp “Hayır, gelmene gerek yok. Bence eve git baba, annem sinir küpüne dönmüştür” diyerek ona sarıldığımda teyzem “Bence de” diyerek Volkan’a baktı ve “O emin ellerde” diyerek gülümsedi. Babam, Volkan’ın elini sıkıp omzuna dokunduğunda onu alttan altta uyarıyordu. Gülümseyerek başını tamam anlamında sallayan Volkan gelip yanımda durduğunda teyzemle bir kez daha sarılıp kucaklaştık. Kapıdan çıkışını izledikten sonra elimi tutan Volkan’a dönüp baktım ve “Ağlayabilir miyim?” diye sordum.
Bana bakıp gülümsedi ve tek bir hareketle beni kucağına aldı. Kollarımı boynuna dolayıp bacaklarımı beline sardığımda hıçkırarak ağlamaya başladım. Sesini çıkarmadan kapının önünde öylece durmuş sırtımı sıvazlıyordu. Öyle ne kadar durduk bilmiyorum bile. Ama belinin ağrımasından endişelenerek geri çekilip kıpkırmızı bir suratla ona baktığımda “Aptalın tekiyim değil mi?” diye sordum. Hiç konuşmuyordu sadece gözlerimin içine bakıp gülümsüyordu o kadar. Burnumu çekip, elimle alnına dokundum acaba hasta mı ateşi var mı diye? Ama yoktu. Bu sefer “Hasta olmadığına göre neden gülümsüyorsun?” diye sordum. Belimi tutan elleri sıkılaşıp yüzünü bana doğru yaklaştırdı ve “Duyuyor musun?” diye söylendi.
Bir kere daha burnumu çekip dikkatle ona baktım ve “Neyi?” diye sordum. Çünkü gerçekten hiçbir şey duymuyordum. “Gözlerini kapa” diyerek yüzüme üfledi sıcak nefesini. İçimde hissettiğim o küçük boşluk bu sıcaklıkla yavaş yavaş dolarken birden durup beni döndürmeye başladı ve “Birlikteyiz!” diye bağırdı.
“Ne?” diyerek ona sımsıkı tutunduğumda dudaklarımın arasından kaçan çığlığa engel olamamıştım. “Volkan!” diyerek sırtına vurduğumda yüzünü boynuma gömdü ve “Birlikteyiz” dedi yeniden. Dönmemiz bitmiş ona bakarken gülümsüyordu. Mutluydu üstelik. “Sen mutlusun?” dediğimde “Sen değil misin?” diye sordu. O ana kadar açıkçası mutlu olup olmadığımı bilmiyordum. Gözlerine bakıp bir süre öylece durdum ardından başımı sallayıp “Çok” dedim. “Ne?” diyerek yüzünü bana biraz daha yaklaştırdı ve “Seni duyamadım?” dedi.
Allah’ım odanın içinde, hayır bırak odayı koskoca evde sadece ikimiz vardık ve benim sesimi duyamıyordu öyle mi?
Tek kaşımı havaya kaldırarak ona baktım. “Algılarında bir sorun mu var Anka Kuş?” diye sordum. İçini çekip, başını salladı. Hemen sonra “İçimdeki Anka Kuş şuan kanat çırpıyor. Onun seslerinden başka sesleri duyamıyorum” dediğinde şebek gibi gülümseyerek ona baktım ve yeniden “Ben de çok mutluyum!” dedim bağırarak.
Başını arkaya atıp kahkaha atarken beni bir kere daha döndürdü ve içini çekerek “Seni seviyorum Şahin Kuş.” Dedi. Sesimi çıkarmadan ona sımsıkı sarılırken içimden “Ben de seni seviyorum” diye söylendim…
*****
“Bir ateşim yanarım külüm yok dumanım yok
Sen yoksan mekânım belli değil zamanım yok
Fırtınalar içinde beni yalnız bırakma
Benim senden başka sığınacak limanım yok”
(Ümit Yaşar Oğuzcan)
Büyük gökdelenin tepesinde oval masanın etrafında oturmuş babası öldüğünden beri kendisi ile ilgilenen avukatı Salih Bey’i dinliyordu. Özkan’ın babası Levent Bey de yanında durmuş pür dikkat olan biteni dinlerken Ali gerinerek arkasına yaslanmış bu büyük ihtişamlı şirketin kendisine kazandıracaklarını düşünüyordu. “İstemiyorum” diyerek avukatını yıllardır yaptığı gibi bir kez daha şaşırtırken genç adam yeniden “Ben sadece babamın hakkını o kadından ve aşığından geri almak istiyorum. Bilmediğim bir işin altına girerek babamın yıllardır kurmak için çabaladığı şeyleri bir çırpıda yok edemem” dedi.
Levent Bey “Şimdi böyle düşünüyorsun ancak bunlar senin hakkın evlat. Emin ol baban yaşıyor olsaydı o da böyle düşünürdü” dedi.
Ali,başını sallayarak Levent amcasına baktı ardından avukatına dönerek “Ben sadece babamın hakkı olanı almak istiyorum Salih amca. Üzerimde emeğiniz çok büyük. Bunun için size çok teşekkür ederim ancak hakkım olandan fazlasını istemiyorum” dediğinde bakışlarını yeniden büyük odada dolaştırdı.
Salih Bey “Ben ne kadar itiraz edersem edeyim mahkeme bunu onaylamayacaktır. Kaldı ki Ali; bu şirket ve babandan geriye kalanlar sadece senin. Eğer sen de bunu kabul etmezsen babandan kalan miras mahkeme tarafından annene ya da Hanzade Hanım’a verilmek yerine devlet hazinesinin altına girecek. Elbette bu kötü bir şey demiyorum ama geleceğini iyi yaşamak varken neden babanı elinin tersi ile itiyorsun” dedi.
Ali “Babamı mı?”
Salih Bey “O her zaman senin için çalıştı evlat. Tüm bunlar sadece senin içindi. Duygu sömürüsü yapmak istemem ama ona bunu borçlusun. Mirası kabul etme, istersen harcama bile ama babanın yapmış olduğu bunca şeyi de elinin tersi ile itme. Çok zekisin. Şeytana bile pabucunu ters giydirecek bir zekaya sahipsin. Etrafında bulunan insanlarda en az senin kadar zeki ve anlayışlı. Onlarla birlikte bu şirketi yönetebileceğini bilirken neden kaçıyorsun? Sen Ali Yılmaz’sın. Soyadından anlayacağın gibi yılma gibi bir lüksün yok evlat” dediğinde genç adam gülümseyerek başını salladı ve Levent amcasına baktı.
Levent Tunagil,karışık aile ilişkilerine hakim bir adamdı ama iş çocuklarına gelince her şeyi bir kenara bırakıyordu şüphesiz. İçini çekip önce Aliye ardından da avukata baktı. “Hanzade Hanım,bu mirastan ne kadar pay alacak?” diye sordu.
Ali hemen “Hiç” diyerek konuştuğunda Levent bey gülümseyip genç adama baktı ve “Serseri” dedi. Ali,omuz silkmekle yetinirken Salih Bey “Eğer velayetin annende olmuş olsaydı alacağı nafaka da buna göre artacaktı. Ama yasal olarak Hikmet Gündoğdu ile evli olduğundan ne şirket üzerinde ne de miras üzerinde en ufak bir hak iddia edemez” dedi.
Ali “O adam hala bu şirkette çalışıyor olsa bile mi?” diye sordu.
“Evet,o adam hala bu şirkette çalışıyor olsa bile evlat.” Dedi avukat başını sallayıp. Daha sonra “Bak Ali,yaşadığın şeyler hiç kolay değil. Seni anlıyorum çünkü ben de kardeşimi kaybettim. Babanın benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun ama senin savaşmayıp kaçmak istemen beni sinirlendiriyor ve seni bir güzel dövmek istiyorum” dedi sıkıntıyla başını sallayıp.
“Eğer babana ait olanları alacak olursan evlat,hem Hanzade Hanım’dan hem de Hikmet Gündoğdu’dan o çok istediğin intikamı alabilirsin. Benim onları bu şirketten atma gibi bir yetkim yok çünkü reşit olmadığın için annen senin olanları koruduğunu söyleyerek burada kalıyor. Ama bir sene sonra tüm bunlar olup bittiğinde şirketi sen devralırsan her ikisini de buradan atabilirsin. Bunu iyi düşün evlat.” Diyerek arkasına yaslandı. Ali,omuz silkerek oturduğu yerden ayağa kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı. Bir inşaat şirketini nasıl yönetebilirdi ki? Kimse,kendisi bile bu kadar zengin olduğunu bilmezken onca paranın yönetimini nasıl üstlenecekti. Şimdi on yedisindeydi. Seneye on sekiz olacak olması onu şirket adamı olmaya mı itecekti yani? Birden uyanıp kendisini bir CEO gibi hissedip her şeyi yönetecek miydi? Düşünceli zamanlarda olduğu gibi boynunu çıtlattığında Salih Bey dönüp Levent Bey’e baktı ve “Belki bu arada sizde iki şirketi birleştirme konusunu bir daha düşünürsünüz?” diye sordu.
Levent Bey “Özkan, kabul ederse olur. Sanırım biraz emekli olmaya ihtiyacım var” dediğinde Salih bey “Bana mı diyorsun?” dedi.
Levent Bey “Yine de Alihan’ın bunca serveti kimseye belli etmeden saklaması çok düşündürücü. Yani Ali koca bir şirketi bırak trilyonlardan bahsediyoruz, nasıl olur da bundan haberi olmaz?” diye sorduğunda Salih Bey “İŞ dünyası çok karmaşıktır Levent Bey. Bunu açıklayabileceğimi sanmıyorum” diyerek gülümsedi ve bakışlarını camdan dışarıyı izlemekte olan genç adama kaydırdı. Hiç şüphesiz şirket, Ali ile birlikte daha da büyüyecekti. Babası gibi, dürüst ve akıllı bir iş adamı olacaktı. Sadece kendisiyle barışması ve içindeki karmaşadan kurtulması gerekiyordu o kadar…
****
Şirketten çıkıp önünde duran arabadan dışarı çıkan şoförle burun buruna gelen Ali, tek kaşını kaldırıp başını hayır anlamında salladı ardından arabanın arkasına yanaşan siyah Mercedes’e kaşlarını çatarak baktı. Hikmet Gündoğdu, şoförünün kapısını açması ile arabadan dışarı çıkmış kendisine doğru yürüyordu. Bir bu eksikti diye düşündü Ali. Sinirle ellerini yumruk yapıp dişlerini sıktığında avukatı gelip omzunu sıktı. Zaten gerginleşen bedeni dokunuşla daha da gerilirken Salih Bey “Sakinleş” diyerek onu uyardı.
Ali, oralı bile olmadı. Böyle anlarda onu ayakta tutanın öfkesi olduğunu biliyordu ve bu yüzden onu dinlemedi bile. Hikmet Bey, gelip önünde durduğunda bir elini gülümseyerek Ali’nin omzuna koydu ve “Ali! Seni burada görmek ne büyük mutluluk bilemezsin!” dedi. Ancak Ali’nin kendisine her an üzerine atlayacakmış gibi bakması üzerine yutkunarak elini çekip duruşunu düzeltti. Salih Bey, Ali’nin insanların üzerindeki etkisini görüp gülümsemesi ile Hikmet Bey daha da gerilmişti. Kaşlarını çattığında Ali ona bir şey demeden yürümeye başladı. Ancak son anda durup onunla yan yana gelecek şekilde başını usulca yana kırdı ve “Bu şirketteki son günlerinin tadını çıkar Gündoğdu! Elindeki her şeyi aldığım zaman bütün hayatını derin bir karanlığa gömeceğim!” diyerek nefret dolu bir gülümseme ile adamın gözlerinin içine baktı. Hikmet Bey, yutkunarak ona bakarken Ali’nin gülümsemesi öldürücü bir hal aldı. Genç adam, içini çekerek kendisine kapıyı açan şoföre baktı ve elini adamın omzuna koyarak “Vazgeç artık şundan Orhan abi” dedi. Ardından kravatını çıkarıp cebine koydu ve “Ben otobüse bineceğim. Öğleden sonraki derslerime yetişmem gerekiyor” diyerek arkasını döndü ve yürümeye başladı.
“Evet…” diye düşündü onun arkasından bakan herkes “Bu çocuk bazılarının sonu bazılarınınsa yeniden hayata başlama sebebi olacaktı…”
Ali ise, oradan çıktığından beridir şirketle ve intikamıyla ilgili olan her şeyi geride bırakmış tek bir şeye odaklanmıştı. Ayşegül’e. Eğer o hayatında olmasaydı belki de bu kadar kolay kabul edemezdi bazı şeyleri. Onun iyiliği ve temizliği sayesinde ayaktaydı. Her şey onunla ve ona bağlıydı. Hiç kimseyi sevmediği kadar çok,kimseye inanmadığı kadar çok inanıyordu ona. Öyle bir bağlanmıştı ki böyle hissetmenin hem acı veren hem de mutlu hissettiren bir his olduğunu unutmuş gibiydi.
Düşünceleri ne kadar güzel olursa olsun. Aksi olanları da vardı tabi ki. Ayşegül,bir haftadır okula gelmiyordu. Bir haftadır ondan haber alamıyordu. Bir haftadır onu görmemişti ve delirmek üzereydi artık. Otobüsten inip okulun yoluna doğru yürümeye başladığında aklı binbir düşünceyle doluydu genç adamın. Elleri ceplerinde açık olan okulun kapısından içeriye girdiğinde eğik olan başını görüş alanına giren ayaklar yüzünden havaya kaldırdı. Şaşkınlığı yerini rahatlamaya bıraktığında hiç düşünmeden kendisini kızın boynuna attı. “Ayşegül…” diye fısıldarken ona sımsıkı sarılıp kokusunu içine çekti ve yeniden ismini söyledi. Hece hece… Teker teker… Usul usul… İçine çeke çeke… Ayşegül… Baştan söyleyince etrafındaki karanlık aydınlanıyor sondan söyleyince gülümsemesi artıyordu.
Ay-şe- gül!
Kızdan ayrılıp onun tepki vermeyen yüzüne baktığında gözlerinin dolu dolu ve donuk olduğunu gördü. Sonra birden “Sana ne oldu? Neden telefonun kapalı? Neden okula gelmedin? Neden beni aramadın? Nasıl merak ettiğim hakkında bir fikrin var mı?!” diye sıraladı sorularını. Ayşegül’ün gözlerinden aşağı boşaltmakta olan yaşları görünce “Ö-özür dilerim. Ben sadece… Sadece çok endişelendim. Özür dilerim” dedi yeniden.
Ayşegül, konuşmuyordu. Konuşamıyordu. Bir haftadır yaşamadığı şey kalmamıştı evde. Aslında artık orası onun cehennemiydi. Teyzesinin onun için yarattığı cehennem. Keşke dilimi de kesseydi diye düşündü. Ama olmadı. Ali’nin yüzüne bakıp konuşmak öyle zordu ki… Ne kadar da özlemişti oysa onu? Kokusunu, sesini. Her şeyi anlatmak istiyor ama yapamıyordu. Bunca şeye dayanmışken şimdi bırakamazdı olanları. Dişlerini sıkarak kendisini bir adım geriye gitmeye zorladı ve Ali’ye bakıp “Düşünüyordum” dedi
Ali,kaşlarını çattı ve “Neyi?” diye sordu.
“Seni” dedi Ayşegül.
Evet,onu düşünmüştü. Şimdi bile aklında o vardı. Gerçeği karşısında dururken hayali aklındaydı. Dokunmaya korkan elleri aklında o kadar da korkak değildi. Ali,bunu duyunca gülümsedi ve kıza doğru bir adım attı. Ayşegül,gerileyince “Seni korkutuyor muyum?” diye sordu.
“Beni korkutan sen değilsin Ali…” diye fısıldadı Ayşegül’ün yaralı kalbi. “İnsanlar…”
“Hayır” dedi başını iki yana sallayarak ve o can alıcı sözleri söyledi. “Seni düşündüm çünkü nasıl söyleyeceğimi bilemedim” dedi. Alinin sormasına fırsat vermeden “Ayrılmak istiyorum” dediğinde onunla göz göze geldi. Öyle ki o gözlerden gözlerini almamak için kendisini sıkmaya başladı. Ali’nin gözleri önce şaşkınlık ardından öfkeyle kendisine baktığında iki eliyle mengene gibi bileklerini kavradı. Bilmeden bileğindeki altın kelepçeye dokunduğunda Ayşegül’ün içindeki yaralar yeniden kanamaya başladı. Ali’nin nedenini bilmeden o bileziğe dokunması canını yakıyordu genç kızın.
“Sen ne dediğinin farkında mısın? Neden böyle bir şey isteyesin ki? Öfkem yüzümden mi? sana dokunduğum için mi?” dedi ardından “Elbette sana dokunduğum için! Sana zarar verdiğim için değil mi?!” diye bağırdı. Ayşegül, ellerini tutup başını iki yana salladı ve “Hayır! Hayır, o yüzden değil” dedi.
Ali “Öyleyse neden? Bir haftadır yoksun ve şimdi karşıma geçmiş bana bunları söylüyorsun! Sana inanacağımı mı düşünüyorsun?” dediğinde Ayşegül yeniden “Ayrılmak istiyorum” dedi.
Ali “Yalan söylüyorsun!” diyerek kızın bileklerini daha da sıkarken parmaklarının altında yamulan bileziğin ne olduğunu bile merak etmiyordu. Başını eğip baksa da o bileziğin en anlama geldiğini anlayacağını da sanmıyordu. “Ali!” diyerek bağıran Ayşegül ondan geriye çekilmek istediğinde genç adam hiç bırakmadan kızı kendisine çekip dudaklarına yapıştı nerede olduklarını umursamayarak. Okuldan atılmaları ya da disipline gitmeleri umurunda bile değildi. Ona bu kadar bağlanmışken ve inanmış hatta sevmişken böyle terk edilmek istemiyordu. Bir kere daha yıkılamazdı. Yaşayamazdı ki bununla.
Ayşegül’ün nefes almasına izin vermiyordu. Kendi de almak istemiyordu zaten. O iyileştirmişti serseri kalbini yeniden yaralanmasına izin vermeyecekti. Ona ihtiyacı vardı. Çocukçaydı belki ama deli gibi ihtiyacı vardı. Hayatındaki herkes ona yalan söylerken Ayşegül’ün ona yalan söylemediğini biliyordu. Onun inancına, sevgisine, nefesine ihtiyacı vardı. Bırakamazdı. Bırakmasına da izin vermezdi. “Neden?” diye fısıldadı dudaklarını dudaklarından ayırmadan nefesine doğru…
“Ali…”
“Neden!” diye yineledi sorusunu Ali. Canı çok yanıyordu. “Mecburum” dedi en sonunda Ayşegül. “Neden?” dedi yeniden Ali. Gözlerini açıp kızın gözlerinin içine baktı ve “Sana bir şey mi yapıyorlar? Evde bir sorun mu var? Canını mı yakıyorlar? Ayşegül!” diye bağırdı.
Başını salladı genç kız. “Hayır,öyle bir şey yok” dedi.
“Ne öyleyse? Bana adam gibi bir açıklama yap! Ayşegül, sana bir şey mi yapıyorlar? Allah kahretsin, bir şey söyle! Üzerindekileri parçalamak istemiyorum!” diye bağırdığında içindeki canavar yeniden gün yüzüne çıkıyordu. Ayşegül, korkarak ama kendisine değil Ali’nin kendisine zarar vereceğinden korkarak uzanıp yüzünü ellerinin arasına aldı. Ali, başını eğip ağlarken Ayşegül’de ağlıyordu “Mecburum” dedi. Ali “Neden? Neden sen de beni terk ediyorsun?” diye sorduğunda genç kız dudaklarını dişledi ve “Ben seni terk etmiyorum” dedi.
Ali’nin bu hali o kadar canını yakmıştı ki dayanamadı kendisine daha fazla. Genç adamın, yüzünü öperek “Hep burada olacağım sadece ne kadar süreceğini bilmediğim bir zaman istiyorum senden.” Dedi. Ardından başını usulca eğip ürkekçe dudaklarına dokundu. “Bana inanıyor musun?” diye söylendiğinde Ali burnunu çekip ona sımsıkı sarıldı ve “Kimseye inanmadığım kadar…” diye söylendi. İkisi de ağlıyordu şimdi. Ali, neler olduğunu anlayamayacak kadar Ayşegül tarafından paramparça ediliyordu. Ayşegül ise ona söyleyemeyecek kadar çok korkup onun kalbine sığınıyordu farkında olmadan. Evdeki sorunu kendisi halledecekti. Ve yeniden Ali ile bir araya gelecekti. Dudakları yeniden birleşirken acı ve gözyaşı da kederli kalplerinden içeriye süzülüyordu. İkisi de yaralı ikisi de seviyordu… Terk edilenin içinde terk edendi onlar… Yalnızlığın içinde yalnız kalan… Başkalarının açtığı yaraların içinde kendi yaraları ile savaşan…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SERSERİ AŞIK (ESMER SERİSİ -2)
Novela JuvenilBiz imrenilendik... Parmakla gösterilen ve çoğu zaman nefret edilen ve ettirendik... Biz aileydik... Biz birdik... Birimiz leb diyorsa diğerimiz lebi diyendik... Sorun olduğunda neden diye sormayan hemen geliyorum diyendik... Ağladığında ağlama deme...