~11.Bölüm~

8.9K 522 29
                                    

"Hikayem 1,44 bin okunma olmuş bu müthiş bir haber. Hepinize teşekkür ediyorum, beni mutlu ettiniz :')"
                                           Little Blair

"Kokun.." diye mırıldandı, burnunu genç kadının saçlarında gezdirirken Klaus. Rebekah, kolunu genç adamın beline dolamış ve onun kolunu kendi omzuna koymasına izin vermişti. Böylelikle ona oldukça yakın duruyordu. Ve bu Rebekah için, cenetten dünyayı büyük bir keyifle izlemek gibi bir şeydi.
"Hiç böyle bir kokuyla taçlanmamıştı bu zavallı burnum. Senin o güzel bedeninden ayrıldığı vakit sızlıyor acınası bir halde."
Klaus'un bu denli tatlı sözleri, genç kadının beyninde küçük, yıkılması mümkün olmayan bir duvarla örülmüş olan bölmede, saklanmak üzere oraya işleniyordu adeta. İç ısıtan bir gülümsemeyle, başını kaldırıp ona baktı. Yüzleri her zamanki gibi birbirlerine samimi bir şekilde yakın duruyordu. Klaus gözlerini genç kadının yüzünde dolaştırdı.
"Canımı acıtıyor Rebekah,"  ve dudaklarında takıldı gözleri.
"Güzelliğin canımı acıtıyor " diye fısıldadı. Nefesi kesilir gibi olmuştu Rebekah'nın ve şu an tek bir şey istiyordu...
"Hiç bir şey umurumda değil Klaus.." elini kaldırıp, parmaklarını genç adamın dudaklarında dolaştırdı, tüy gibi bir hafiflikte ve yumuşaklıkta.
"Öp beni.." diyerek bitirdi cümlesini ve Klaus, bu karşı konulmaz teklife memnuniyetle baş eğip dudaklarını güzel sevgilisinin dudaklarıyla birleştirdi.
***
"Bana en sevdiğin rengi söyle" dedi, güneşin ışıklarıyla banyo yapmaktan zevk alan Klaus, çimenliklere uzanmış ellerini başının altına koyarken. Rebekah sağ kalçasının üzerine oturmuş, yere sabitlediği  kolundan destek alıyordu.
"Bana yakışan renklerden hoşlanıyorum" genç adam gözleri kapalı, yüzüne bir tebessüm yaydı.
"O zaman bütün renkleri seviyorsun öyle mi?" Bu küçük iltifat Rebekah'nın gülümsemesine neden olmuştu. Gözlerini, çimlerle oynayan eline indirdi ve
"Bütün renklerin bana yakıştığını söyleyemem, zira turuncu renginde bir elbisem yok, olsaydı da muhtemelen giymezdim" diye mırıldandı. Genç adam ciddi bir ses tonuyla
"Turuncunun da sana yakışacağına eminim, ten rengini seviyorum." Dedi. Yüzü kızaran Rebekah, yerde öylece uzanıp ona güzel şeyler söyleyen genç adamı, öldüresiye öpmek istedi.
"Iltifatlarınla beni utandırıyorsun" Klaus nihayet gözlerini açıp, Rebekah'ya baktı.
"Görebiliyorum, zira yanaklarına yayılan renk seni eleveriyor."  Ardından yerinden doğruldu ve elini genç kadının kızaran yanağına uzattı. Uzunca bir nefesin ve karşısındaki güzel yüzde yaptığı kısa bir gezintinin ardından, konuşmaya başladı.
"Uzandım ve elledim sevgilimin tenini çölde susuzluktan ölürcesine, sıcak kumu avuçlar gibi. Beynim ve bedenim susuzluktan kavrulurken ellerimdeki sıcak kumun derimi yakmasını nasıl umursarım ki"  Genç kadının, derin mavi gözlerine bakarken, dudaklarından dökülen her kelimenin havada asılı kalmadığına adı kadar emindi zira, karşısındaki kadının gözleri dolmaya başlamıştı bile. Ah benim duygusal Rebekah'am... diye geçirdi aklından. Onunla ne yapacağını bilemediğini fark edebiliyordu ancak şu an yapmak istediği tek bir şeyin  olduğuna karar verdi. Genç kadını delicesine öpmek... Ve hiç dinmeyecek olan susuzluğunu gidermek.
"Rebekah" dedi yavaşça. Genç kadın, Klaus'un manalı gözlerine bakarken
"Evet?" Dedi.
"Seni öpeceğim" Rebekah hafifçe gülümsedi.
"Tam karşındayım Klaus"  Tam karşısındaydı, tüm masumluğuyla ve savunmasızlığıyla tam karşısındaydı.
***
İki gün geçmişti, tutkusuyla, heyecanıyla, sohbeti ve gülüşmelerle  geçen iki gün gibi bir aradan sonra Klaus, yanan şömineye bakarken ailesini, yaşadığı hayatı düşünürken buldu kendini. İçinde bulunduğu durum her bakımdan yanlış gelmeye başladı ona. Onun saygın bir konumu vardı, Londra'nın en gözde bekarlarından biriydi ve bütün seçkin bakire kızların ailelerinin gözleri onun üzerindeydi. Ve babası... Tapılası bir servete sahip olan babası tüm Londra sakinlerinin saygınlığını elde etmiş ve bu itibarı kaybetmeye niyetli bir adam değildi.
Şömineye takılı kalan mavi gözlerini kıstı. Tüm bu düşüncelerden çıkardığı sonuç buydu;
Ona yardım eli uzatan iyi kalpli taşra kızıyla yaşadığı münasebet, hiçbir şekilde doğru kabul edilemezdi. Ne babası tarafından ne de Londra'nın sosyete kesiminden..
Basit, umursamaz bir taşra kızıydı Rebekah ve daha fazla onunla vaktini harcayamazdı Klaus.
Evet yaşadıkları inkar edilemeyecek kadar güzel, tutkulu ve heyecan vericiydi, ancak hepsi o kadardı. Saygınlık ve itibar duygusallıkla ilerletilemez diye düşündü ve bu yaşadığı olayı her zamanki gibi sadece heyecan verici, keyifli bir kaçamak olarak  kabul edecekti.
Şimdi gayet iyiydi. Sağlık yönünden kötü bir durum yoktu. Burada yeterince zaman geçirmişti ve artık gitmemesi için pek bir neden yok gibi görünüyordu. Evet artık gitmeliydi ve her şey sona ermeliydi.
Yatağından kalktı, Rebekah'nın komidinin üzerinde bıraktığı en sevdiği kitabının yanında duran temiz saman kağıdının üzerine, yine yanında olan mürekkepli kalemle bir şeyler karalamaya başladı.
***
-BIR HAFTA SONRA-

"Sizlere veda etmeden gittiğim için affınıza sığınarak bu mektubu yazıyorum;
  Leydi Rebekah, bana uzattığınız yardım eliniz için size tüm içtenliğimle şükranlarımı belirtmek isterim. Daha iyi olduğumu düşünüyorum ve artık gitmemin gerekli olduğu kanaatine vardım.
Kendinize dikkatli bakın, Tanrı her daim sizinle olsun."
                                         Klaus Salvatore

   Elindeki bu küçük mektubu tam tamına otuz kez okumuştu, belki de daha fazla.. Mektubu, genç kadının göz yaşlarından nasibini alana kadar okuyup durdu.
Gitmişti. Ciddi bir üslupla yazılan bir mektup bırakıp gitmişti. Sanki aralarında geçenlerin hepsini, tek bir geceyle unutmuş gibi. Bu Rebekah'ya inanması oldukça güç bir olaymış gibi geliyordu. Klaus onu terk edip biriktirdikleri onca güzel, duygu dolu anıyı öylesine yok sayıp, geriye sadece onu yarası için evine alan iyilik sever bir kadına yazmış olduğu bir mektup bırakarak, acımasızca gidemezdi.
Klaus  bunu yapacak kadar kötü bir insan olamazdı... Ya da tam tersiydi.
Rebekah'ya gerçek yüzünü göstermeyecek kadar harika bir oyunculuk sergileyip, onu kandıracak kadar kötü bir insandı.  Canının acıdığını hissediyordu Rebekah. Gecenin bir vakti elindeki mektupla oturmuş, camdan dışarıya bakarak yağan yağmuru dinlerken bunu hissedebiliyordu.
Geceye doğru yağan yağmur güllerin yapraklarını nasıl ıslatıyorsa, Rebekah'nın göz yaşları da Klaus'tan geriye kalan acımasız kelimelerle bezeli, samandan yapılmış yaprağı ıslatıyordu. Bu tarif edilemez acı ona ağır geliyordu, hiç alışık olmadığı bir duyguydu ve dayanamıyordu Rebekah. Acısı dinmeyen kalbini söküp atmak istiyordu.
Rebekah yok olmak istiyordu...
"Ah aşk sen nasıl şeymişsin" diye düşündü genç kadın. "Bana bir mucize gibi geldin, bana yeniden hayat verdin, kalbimi bir sihir gibi sarmaladın, bana neşe kaynağı oldun.."
Gözlerini boşluğa dikmeye devam etti.
"Ve şimdi, beni zehir yayan sarmaşıklarla dolu bir hücreye atıyorsun. Bu sarmaşıklar hayat enerjimi sömürüyor, nefesimi harcıyorlar. Boğuluyor gibi hissediyorum, yaydıkları zehir acımasızca kalbime ulaşıyor ve ele geçirirken kalbimi acıtıyor. Ah zavallı kalbim, ona karşı koymayacak kadar yorgun ve paramparça.."
Yağmur, kollarına sığınmış olan bu masum genç kadının içinde, ona işkence eden acıyı dindirmek istermiş gibi yağmaya devam ediyordu.
Rebekah yağmurun tatlı sesiyle uykuya dalarken
"Acıların dinmesini sağlayacak tek ilaç uyku" diye düşündü.  Ve böylece, yağmur onun uyumasına yardım ederken bir kaç saatliğine bile olsa, acısını dindirecekti.
 

 

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
BEYAZ KALIN BİLEKLER (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin