Harry on dört yaşında...
Bugün, ilk bestesini yapacaktı.
Ulusal yarışmaya gönderilmek üzere yapılacak beste için o seçilmişti, yaklaşık bir ay önce. Bir aydır bunun üzerine çalışıyordu ve kimse Harry'i daha önce bu kadar derin düşünürken, piyanosunun başında bu kadar fazla zaman geçirirken ve devamlı kendi kendine mırıldanıp parmaklarıyla sürekli ritim tutarken görmemişti.
İlk yıllarının büyük tutkusu olan resim çizme uğraşından bir öğleden sonra tamamen vazgeçtikten sonra annesi onun belki de müziğe yönlendirilmesi gerektiğini düşündü. Yedisine gelmeden bir piyano eğitmeni tutuldu ve Harry'nin bu alana olan yeteneği de çok geçmeden fark edilmiş oldu.
Şimdi on dördünde, ergenliğin eşiğinde, her şeyi bildiğini sanan o yüz ifadesi suratında oluşmaya başlamış bile...
Parmaklarını tuşların üzerinde gezdirirken dudaklarına hafifçe kıpırdanıyor, duyulamayacak şeyler fısıldıyordu; gözlerini kapatıp kendi içine açmış, karmakarışık olmuş hayallerini seyrederken kaşları kendiliğinden çatılmıştı.
Seneler önce, Jessie Brooks yüzünden, üzerine yapışan "her şeyin en iyisini yapma" alışkanlığı artık bir takıntı halini almıştı. İyi yapamadığı şeyleri yapmayı bırakır, elde edemediği şeylerden bir noktadan sonra vazgeçirdi. Jessie'den de vazgeçmişti ama onun yüzünden kazandığı bu davranışı bırakamamıştı.
Şimdiye kadar pek çok kişinin övgüler yağdırdığı şeyler karalamış, prova etmişti ama onlar Harry'i tatmin etmemişti. Kendisine hitap etmeyen besteleri kimseye aldırmadan yırtıp atmıştı; oysa satmaya kalksa onlara büyük paralar ödeyecek bir sürü insan çıkardı.
Aklını kurcalayan şeyi biliyordum; o kimseye söylemese de, bununla kendi başına başa çıkmaya çalışsa da ve kendi kendini yıpratsa da ben biliyordum: en güzel şeyi tasvir etmek istiyordu.
Yıllar önce anlatamadığını, şimdi en iyi yaptığına inandığı şeyle anlatmak istiyordu.
Harry, beni anlatmak istiyordu.
Bunu boya kalemleriyle, çizerek anlatamadığına göre şimdi parmaklarının altında şekillenen notalarla yapabilirdi.
Sorun, beni hatırlayamamasıydı.
Tek hatırladığı resmetmeyi başaramadığı o 'şey'di. Dediğim gibi beni unutmuştu, benim onun Birdie'si olduğumu unutalı çok olmuştu. Yine de en iyi eserini ortaya çıkarabilmek için unuttuğu o şeyi, beni hatırlamaya çalışması; beni unuttuğunu hatırlaması bile çok şiirseldi.
Bağımızı iznim olduğu ölçüde kullanıyordum ama Harry işaretleri anlama konusunda pek de iyi sayılmazdı.
Yolda her gün yanından geçtiği ama hiçbir zaman selam vermek için uğramadığı o kafeye girmesini sağlamıştım mesela. Burası Harry'in eski resim öğretmeninin emekli olduktan sonra açtığı sevimli bir mekandı. Jessie Brooks öğle yemeklerini burada, mükemmel yeni erkek arkadaşı ile yediğinden Harry buradan nefret ediyor, binanın önünden geçmemek için yolunu değiştiriyordu. Ama o gün içinden bir ses -ben- ona oraya gitmesini söyledi ve Harry bu sese karşı gelemedi.
Öğretmeniyle birkaç dakika sohbet ettiler, kadın onun hayal gücününün çok geniş olduğundan bile bahsetti ama ne yazık ki konu beklediğim gibi kuşlara ya da onlara benzer canlılara -meleklere- gelmedi.
Yolda yürürken kulaklıkları kulağında olmasına ve oradan gelen müzikten başka bir şey duymasa da başını kaldırıp havada dönüp dolaşan ve bir tür dans gösterisi yapıyor gibi görünen kuşlara bakmasını fısıldadım. Chris Martin'in sesinden kendimi duyurmak oldukça zor olmuştu. Harry ilgisiz bakışlarını kuşlara çevirdiğinde gözlerinde bir ışığın parladığını sanmıştım.
Bir gün annesinden anaokulu çalışmalarının olduğu dosyayı istemişti. Tüm maketler, boyamalar ve kuklalar arasından o resmi bulup çıkarmıştı. Buruşmuş ve patates baskılarının arasına sıkışmış kağıdı bulması da tesadüf değildi ama Harry'nin bu tür yardımlara gözlerinin ne kadar kör olduğunu yeterince anlamışsınızdır zaten.
Öyle ki üzerinde kanatlı kuşa bile benzemeyen bir yaratık çizilmiş kağıdı dosyanın içine geri tıkması birkaç saniye bile sürmedi. İlginç bir şekilde tüm ilgisini patates baskılarına verdi ve onları birkaç dakika inceledi.
Umutsuz vakaydı.
Ama vazgeçmiyordu.
Bu olayda beni en çok memnun eden şey "en güzel şey" i düşünürken başka alternatifleri aklına getirmeden, adeta aklına getirmeyi reddederek yalnızca beni hatırlamaya odaklanmasıydı. Özellikle Jessie Brooks'un tamamen ihtimal dışı oluşu uçmak istememe neden oluyordu.
Harry bu fikirden vazgeçmedi; sadece onda bir değişiklik yaptı. Başını tuşların üstüne koymuş kendini hatırlamaya zorlarken bir an geldi ve tepesi attı, öfkeden kendini tutamayıp bağırdı ve şunu düşündü: en kötü şey, hatırlamak için deli olduğunu bir şeyi hatırlayamamaktı. En kötü şey, gördüğünüz en güzel şeyi unutmaktı. Sonra daha kötüsünü düşündü: unutulmak.
Bunu düşünmesinin nedeni kendimi tutamamış olmamdı. O eşsiz bağımız sayesinde nasıl hissettiğimi az da olsa duyumsamıştı ve bu onu az önce olduğundan daha çok üzmüştü.
Unutmak ve unutulmak.
Hangisinin daha kötü olduğuna karar veremeden içine hızla akın edin hislerin parmak uçlarında toplandığını fark etti.
Öyleyse, diye düşündü ve parmakları yavaşça hareket etmeye başladı. En güzel şeyi anlatamıyorsa o da en kötü şeyi anlatırdı. Tuşlardan anlamlı sesler yükselmeye başladığında gözlerini kıstı, kendisini yaratmakta olduğu şeye vermeden önce derin bir nefes aldı. Ne hissediyorsa hepsini notalara verdi, bütün duygularını melodilere karıştırdı.
İçinde bulunduğu çaresizliği ve kapıldığı öfkeyi olduğu gibi anlatmayı başardı.
Harry bu bestesinde hiçbir değişiklik yapmadı. Adını Oblivion koydu. Onu ilk çaldığı gibi yarışmaya sundu. Yaşadığı bu en kötü duyguyu en iyi şekilde anlatmayı, başkalarına da yaşatmayı başarmıştı.
Yarışmayı o kazandı.
Onun beni unutuşu bile ödüllere layık olmuştu.
...
*Oblivion, unutma veya unutulma anlamına gelir.
![](https://img.wattpad.com/cover/112796927-288-k464581.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Heaven in Hiding | Styles
FanfictionBana ilk kez bakıyordu, gözlerime. Varlığımın farkına vardığı bu ilk an ben nefesimi tutmuş beklerken onun ifadesi korkuyla çarpılmıştı. İçimdeki heyecan kanatlarımı titreştiriyordu; bir tüy, ufacık bir tüy ikimizin arasında süzülmeye başladı. Öyle...