(Mediadaki şarkı eşliğinde yazdım. Siz de bu şarkı eşliğinde okursanız sevinirim.)
Ege'den
"Hayatta her şey vaktine esirdir" derdi annem. Son nefesine kadar da hep söylemeye devam etmişti bu cümleyi. Ne zaman ruhum daralsa, hasret rüzgarları bedenimi esir alsa; kendimden geçip hayattan soyutlansam gelirdi kitaplarla dolu karanlık, kasvet çöken odama. Yaşımın kaç olduğunu umursamadan hep yaptığı gibi o sıcacık bedeniyle sarılır, dizlerine yatırırdı. Saçlarımı okşayarak başlardı anlatmaya, o naif sesiyle. Ne anlattığının çok önemi olmazdı benim için. O ne anlatırsa anlatsın, ben hep rahatlarken bulurdum kendimi dizlerinde. Bu durum hep aynı kalmadı, hiçbir şeyin aynı kalmadığı gibi. İçime sevda ateşi düştüğü ilk andan itibaren annemin anlattığı her şeyi daha dikkatle dinler olmuştum. Anlamıyor olsam bile onun her bir sözü, yaşımın ilerlemesiyle birlikte somut olarak karşıma çıkıyordu. Ne kadar çok hayranlık besliyordum anneme. Söylediği her şeyin gerçekleşiyor olması onu gözümde daha da yüceltiyordu. Melekti o. Her şeyi bilen, herkesi sevgisiyle saran harika bir melek. Ve şimdi gerçekten de kendisi gibi melek olmuştu.
Bir erkek çocuğu için babasıyla konuşmak her zaman daha kolaydır derler. Bu durum benim babamla olan ilişkim için pek geçerli değildi. Ben daha çok annemle rahat şekilde iletişimi kurardım. Her şeyimi onunla paylaşırdım. Onun bana karşı olan yaklaşımı konu ne olursa olsun, her daim babamdan farklı olurdu. Asya hakkındaki yaklaşımı ve tutumu da farklı olmuştu.
Kalbim Asya'nın dudaklarıyla beraber gülümseyen gözlerini gördükten sonra bir bilinmeze girmişti sanki. Küçüktüm. Çok küçüktüm. Ne olduğunu bile bilmiyordum. Bir kalp bu kadar hızlı atabilir miydi? Sınıf arkadaşım Ahmet bir teneffüste otururken tek başıma, yanıma gelip "Biliyor musun Ege? Benim kalbim çok hızlı atıyor ve doktor amca bana hasta olduğumu söyledi." Demişti. Ben de mi hasta olmuştum Ahmet gibi? Biraz korku biraz da heyecanla eve geldiğimi anımsıyorum babamla. Sürekli elimi kalbimin üzerinde görünce fazlasıyla telaş yapmıştı annem. O da benim gibi hasta olduğumu sanmıştı başlarda. Ama aksine. Ben hasta değildim. Sadece bir çift gülen göze vurulmuştum. Çok geç fark ettim bunu. Sürekli babamla okula gidip onunla oynamak istiyordum. Çünkü onunla oynayan her çocuk çok fazla gülüyordu. Benim onun gibi beraber eğlenebileceğim bir arkadaşım yoktu. Bir tek Gürkan vardı. Bir de ara sıra annemin iletişim kurmam için bir araya getirmeye çalıştığı kuzeninin kısmı Berna.
Hiçbir zaman hareketli bir çocukluğum olmamıştı. Hep içine kapanık, tek başına vakit geçiren biriydim. Asya'dan sonra da bu durum hep devam etti. Kitaplarım vardı benim. Bir de çok sevdiğim gitarım.
Okulda pek sevilmezdim. Mahallede de pek sevilmezdim. Gürkan dışında. Hatta babam tarafından bile... Harika bir öğretmen ve harika bir eşti babam. Böyle bir insanın neden beni hiç sevmediğini düşünerek geçmişti çocukluğum. Baba gibi değil de hep bir öğretmen edasıyla yaklaşıyordu bana. Gürkan'ın babası, Berna'nın babası ya da okula almaya gelen arkadaşlarımın babası gibi değildi. Onlar babalarıyla normal günlük yaptıklarından konuşurlarken, bizim iletişimimiz sadece derslerden ve aldığım notlardan ibaret olurdu. Ne desem duygularım noktasında "Çocukluk işte Ege, geçer" diyerek karşılardı beni. Zaten kolay kolay kendisini ifade edebilen bir insan değildim. O ifade ettiğim zamanlarda da öyle bir tepkiyle karşılaşmam daha da içime kapanmama, babama karşı duvar örmeme neden oluyordu. Hep annem vardı. "Kalbimsin" diyerek sarılan, "umudumsun oğlum" diyerek saçlarımı okşayan bir annem.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KESİŞEN YOLLAR
Literatura KobiecaAldatılmanın verdiği hasarla sevilmeye dair olan inancını yitirmiş bir kız; yıllarca kavuşamamanın getirdiği yorgunluğa rağmen bir kez olsun sevmekten vazgeçmeyen bir adam. Hayat bu iki insanın yolunu nasıl kesiştirecek kim bilir... . . . Yolumuz...