3

62 7 10
                                    

Yapraklar hışırdıyor rüzgârın kuvveti ile. Ağacın dalları birini selamlıyor gibi nazikçe eğiliyor.  Çayımdan bir yudum daha alıyorum. Boş midem onu kabul etmeyecek gibi olduğunda dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi parmaklarımı kanca gibi taktığım  bardağa dikiyorum. Bu içtiğim en tatsız çay diyorum şekerliğe doğru. Beni onaylıyor. Buraya kim oturduysa aynı şeyi söyledi diye de ekliyor. Sözüne pek aldırış etmiyorum. Esasen yeni tanıdığım hatta tanımadığım birine güvenmenin aptallık olacağını düşünüyorum. O benim için alalade bir şekerlikten fazlası değil, bunun farkında olarak laflamaya devam ediyorum. Ağzında geveleyip duruyor bir iki bir şey.  Amacının bana sipariş verdirme olduğunu anladığımda ona ağız dolusu hakaret etmek istiyor olsa da canım dilimi ısırıp terbiyemi bozmamaya çalışıyorum.  Fazla samimiyete gerek olmadığını idrak edebildiğimde ise bardağıma dönüyorum geri.

Her sabah mektup bıraktığım o evin önündeki rastgele bir kafede oturuyorum. Sabah güneşi ilk bu kafenin camına vuruyor. İlk buradaki çiçekler uyanıyor. En sıcak poğaçalar da ilk buradan çıkıyor. Tüm bunlara rağmen bana fikrimi soracak olursanız buraya gelmeyin derim. Kayda değer tek şey kapı eşiğinde durup gelene gidene sürtünen o kül rengi kedi. Onun dışında dört bir yanı ışık olmasına rağmen boğuk bir yer. Ne insanları güler yüzlü ne eşyaları. Mesela masa öyle her eşyayı kabul etmiyor bu yüzdendir ki sandalyemin arkası eşyalarım ile dolu tıka basa. Benim oturmam gereken yerde cüzdanım, kitaplarım oturuyor. Ben sınıf ayrımına falan karşıyım esasında ama herkesin yerini bilmesini gerektiğine de sonuna kadar katılıyorum. Yarın öbür gün bilmem hangi yazarın yazdığı bilmem hangi kitap gelip altımdaki sandalye için hak talep ederse ne derim ona? İşte bu kafenin böyle düşünceleri yok. Ezbere yaşıyor. Masanın üzerinde duran bir defter var. Arasına kalem sıkıştırılmış basit bir not defteri. Fakat öylesine kabarık ki kelimelerin içinden taşıp gözüme kaçmasından korkuyorum. Duruşu öylesine tehditkâr. Can güvenliğimin olduğunu dahi hissedemiyorum bu yerde.

Neyse ki çok geçmeden beklediğim o olay gerçekleşiyor: Gizemli evin demir kapısı içeri doğru kıvrılıyor. Siyah kabanlı biri, elinde tonla anahtarla dışarı çıkıyor. Pür dikkat izliyorum onu, iri gözlerim bir an olsun odağını şaşırmıyor. Simsiyah olduğunu görüyorum. Saçından ayakkabısına kadar siyah. Şekerlik ne bu böyle cenazeye gider gibi diye lafa atıldığında onu susturuyorum. Ellerim örtülü masanın yüzeyine tutunuyor, öne doğru eğiliyorum. Yalnızca kızıla çalan sakallarını seçebiliyorum veya o an uyduruyorum tüm bunları. Bilmiyorum. Görebildiklerimi deftere karalasam mı diye tartıp biçiyorum fakat sonra vazgeçip acele ile topluyorum eşyalarımı. Masa üzerine ne bıraktığımın farkına bile varmadan takılıyorum peşine.

Adımlarına bulaştırıyorum kendi adımlarımı. Tıpkı o ev gibi kasvetli, kapkaranlık diye geçiriyorum içimden. Gözlerim onaylıyor zihnimi. Dimdik yürüyor ve sanki her adımında o adımı düşünüyormuşçasına yavaş bir tempoda ilerliyor. Nereye gideceğini çoktan tasarlamış kafasında. Sağa sola bakmıyor, tamamen odaklı. Sanki dış dünyada onu etkileyen hiçbir şey yokmuş gibi yalnızca ileri bakıyor. Yanından hızla bir bisiklet geçiyor mesela. Umurunda olmuyor. İşte bir kadın bağırıyor. Duymuyor. İlgimi çekiyor bu.  Onu taklit etmeye çalışıyorum merakla. Gözlerimi bir an olsun ayırmıyorum üzerinden. Beni fark eder mi diye korkmuyorum bilakis beni fark etsin istiyorum. Hatta bebek gibi ağlayıp dikkatini üzerime çekeyim diyorum.

Dolanıp duruyoruz öylece. Dizlerimin sızısı bana kendini fark ettirdiğinde anlıyorum ne kadar yol teptiğimizi. Bir kitapçıya giriyor. Etrafı ağaçlarla sarılı, tabelasından ne olduğu zar zor anlaşılan, muhtemelen çoğu insan tarafından unutulmuş, ufacık bir dükkan bu. Orada olduğu bile fark edilmiyor. Fakat o onca yolu bu küçük dükkan için tepiyor. Anlam veremiyorum. Evinin yakınındaki onca kitapçıyı göz ardı edip buraya gelişine mânâ oturtamıyorum. Kenardan izliyorum yargılamayı bırakıp. Katran karası kabanı arkasından bir pelerin gibi takip ediyor onu. Basınçla bir oraya bir buraya savruluyor. Aklımda tonla film karakteri canlanıyor. Hangisine benzetsem onu diye kurup duruyorum da bir türlü birini uygun göremiyorum. O an yeni bir film başlatıyor. Gizlenmiş kameralar, rolünü baştan sona ezbere bilen oyuncular... Gülüyorum kendi kendime. O saniyelik dikkatsizliğimle kaybediyorum siluetini. Ayağı ile ittirdiği kapının ardından kapandığını yakalayabiliyorum sadece.

Çıkana kadar ağacın dibinde bekliyorum. Yüzünü yakından görebilmek için yapıyorum bunu. Mantıklı bir yanı var mı diye düşünmüyorum çünkü o an esasında bilincimin yerinde olmadığını biliyorum. Tanımadığım birinin peşinden gitmek, günlerce onu düşünmek ve sapık gibi evinin önünde dikilmek delilikten başka bir şey çağrıştırmıyor bana. Farkında olmak bunu değiştirmeme yardım da etmiyor. Ayazın ortasında sadece kitapçının ışıklı kapısını seyrediyorum. Ne kadar süredir içeride olduğunu hesaplamayı unutuyorum. Zaman kavramı benden çok uzak bir yere gidiyor. Yok oluyor.

Sonunda çıkabiliyor. Sert ifadesini ilk gördüğümde duvara toslamış gibi oluyorum. Ne işim var benim burada diyorum. Pişman ve suçlu hissediyorum. İrkilmeme neden oluyor o sabit bakışlar, telaşlanıyorum fakat hemen geçiyor bu his. Sanki gece rengi gözlerinin altında bir şeyler görmeyi umuyorum. Bakışlarını takip ediyorum. Baktığı yerlere bakmak, bastığı yerlere izimi bırakmak istiyorum. Rüzgâr ılık esiyor bu defa. Boynumdan koynuma doğru gıdıklıyor beni. Yanaklarıma kadar alev alıyorum. Daha önce rast gelmediğim bu duygu kirpiklerimin her hareketinden sonra tekrarlanıyor. Ona koşmak geliyor içimden, beni neyin engellediğini bilmiyorum. Put gibi dikiliyorum orada. O ise koltuğunun altına sıkıştırdığı kitapla beraber öylece çekip gidiyor.

GecekonduHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin