Camdan beyaz örtü ile uykuya yatırılmış şehri izliyorum. Öylesine suskun ki o sabah şehir bu beni ürkütüyor. Hangi savaşın habercisi olduğunu anlamaya çalışıyorum. Vücudumda hafiften bir ağrı var. Belimden bacaklarıma doğru yayılıyor. Dünden hatıra kalan ufak bir hatırlatıcı oluyor bu bana. Pencereyi açıyorum. Önüne biriken karlar ayak dibime düşüyor. Mermerden bir avuç dolduruyorum elime. Parmaklarım anında buz kesiyor. Beceriksizce top yaptığım, henüz kar olmayı başaramamış bu birikintiyi dışarı doğru atıyorum. Havada dağılıp yerçekimine boyun eğiyor usulca. El sallıyorum ona o aşağı düşerken ve dirseklerimi dayıyorum karlı zemine.
Füsun düşüyor aklıma: Onu gömdüğüm ve o mezarda yalnız bıraktığım. Vicdan azabı çekiyor gibi oluyorum. Çünkü biliyorum orayı sevmediğini. Bunun farkında olarak hapsediyorum onu oraya. Vicdanım gizlice ön plana çıkıyor. Kafamı sallayarak def etmeye çalışıyorum bu düşünce silsilesini fakat gitmiyor. Saniyeler katmerlendikçe tüm kaldırımlarım bu düşünce ile dolup taşıyor. Füsun, diyorum fısıltı ile. Seni bırakmak zorundaydım. Ben göğe yükselmek istiyorum. Ben bir balonsam sen ayağıma bağlanan koca bir kayasın. Sen beni dibe çekiyorsun.
Susuyorum sonra bir cevap bekliyorum. Hayır demesini bana hak vermesini. Yapmıyor. Telkinlerimin hiçbiri işe yaramıyor. Anlıyorum ki geçmişi gömmek yeterli olmuyor. O bir şekilde su bulup kendine tekrar filizleniyor. Onu gömmek onun hırslanmasına sebep oluyor yalnızca. Koca bir paketi bir yerinden baskılayınca öbür tarafın şiddetle patlaması gibi bir şey bu. Geçmişim ben onu ezip saklamaya çalıştıkça zehir olup yüzüme fışkırıyor.
Camın önünden ayrılıyorum hızla. Bu o kadar ani bir karar oluyor ki pencereyi bile kapatamıyorum. Montumu geçiriyorum üzerime hemen. Botlarımı ayağıma takıyorum. Yolu koşarak aşıyorum sanki tanrı bir kum saatini ters çevirmiş ve beni kısa bir zamanın içine hapsetmişçesine. Yetişmek istediğim bir yer var gibi koşuyorum tüm gücümle. Kime çarptığımı bilmeden, tökezleyerek ulaşıyorum ona.
Otlarla çevrili mezarın tam dibinden yükselen ulu ağaca tutunuyorum ve yavaşça çöküyorum dizlerimin üzerine. Önce isminin yazılı olduğu kazığı söküyorum. Karla kaplı mezarı ellerim ile deşiyorum kutuya ulaşana dek. Ahşap sandığı zor bela çıkarıyorum toprak yığınından. Koynuma bastırıyorum onu ve füsuna sesleniyorum tekrar. Artık güvende olduğunu ve onu bir daha hiç bırakmayacağımı tembihliyorum. Gözlerine bakabilsem yaşadığı korkuyu somut bir biçimde görebilirim gibi geliyor bu yüzden bakışlarımı hep başka yerlerde tutuyorum. Mezara hiç dokunmadan geldiğim yolu geri gidiyorum. Bir bebeğe sarılır gibi sarılıyorum ona, bir kedinin başını okşar gibi seviyorum onu. Ağladığı zaman yatıştırıyorum. Güldüğü zaman eşlik ediyorum.
Bir bank buluyorum kendime insanların içinde fakat onların tercih etmeyeceği bir yerde. Kilidini söküyorum kutunun ve hazine sandığı açar bir eda ile kapağını kaldırıyorum. Çocukluğum bu küçücük kutunun içinde saklı bekliyor beni. Füsunun evi burası. Babasına yazdığı mektuplar, renkli şeker paketleri, bozuk paraları, eskimiş lastik tokaları ve kuru çiçeklerle dolu. Elimi atınca ilk dokunduğum mektubu alıyorum ve katından ayırıyorum. Çocuk aklıyla sıraladığı satırları tek tek okuyorum. Çirkin el yazısı adı ve soyadı ile bitiyor. Babasının yüzüne söyleyemediği, onu kırmaktan ölesiye korktuğu ve kendine dahi itiraf edemediği ne varsa dökülü duruyor. Füsunun babasını sevdiğini biliyorum. Fakat bu sevginin sebebi korku muydu hiçbir zaman emin olamıyorum. Neyden korktuğunu bile bilmiyorum. Derler ki insanlar celladına âşık olabilirmiş. Ona zarar vermemesi için kendine kurduğu psikolojik bir oyun olabilirmiş bu. Derler ki fazla mutluluk depresyon belirtisidir. Bir tür maskelemedir. Füsunun bu olağandışı sevgisi, abartılı tavırları, mütemadiyen onu koruması esasen kendini korumak istemesi miydi? Ondan gelen hiçbir şeyi kötüye yoramaması, içten içe kendini kandırması, yalanını unutup bir yerden sonra ona inanır hale gelmesi bu aptal, ilkel dürtünün sonucu muydu? Yani füsun babasını sevmiyor da sadece düşmanlığını mı bastırıyordu? Karar veremiyorum. Babası birini öldürse bunu saklar mıydı? Yine de onu korur muydu? Yaptığı herkese zarar veren bir şey olsaydı ve zarar görenlerin içinde o da olsaydı yine de arkasında durur muydu? Sanırım dururdu. Bu bir saplantıydı. Bu sevgi değildi. Korkuydu. İlkel bir dürtüydü.
On iki mektup duruyor dizlerimin üzerinde. Çocukluğu bitene kadar her yıl için bir mektup eder bu. Doğum gününden bir gün önce yazdığı on iki mektup. Babasına asla ulaşmayacak on iki mektup. Geri dolduruyorum hepsini yuvasına. Beni etkileyen ne var burada bilmiyorum. On iki yaşında bir kızın yazdığı saçma sapan şeyler gibi geliyor bazen. Bazen de çaresiz hissettiriyor. Tanıyorum füsunu. Yardım istediğini biliyorum. Yardım istediği insanların ona nasıl davrandığını biliyorum. Nasıl kimsesiz kaldığını biliyorum. Bana kendim atlatmam gerekiyordu diyor bazen. İyi ki dokunmamış o insanlar bana. İyi ki çekmişler ellerini ayaklarını hayatımdan. Bak bana, nasıl da gülüyorum. Atlatamayacağımı sandığım her şey kalkan oldu önümde. Haklısın, diyorum. Bazen insanların kendi başına öğrenecek şeyleri vardır. Fakat füsun yine de affedemiyorum. Susuyor böyle olunca. Beni de susturuyor. Parmaklarını dudakları üzerine kapatıp iri gözlerini benimkilere dikiyor. Canavarın duymasından ürker gibi yalvarıyor bana. Ayak uydurmak mecburiyetinde kalıyorum. Ben bile yüz üstü bırakıyorum onu.
Karlı banktan kalkıyorum. İnsanların normalde balık tuttukları o kıyıya yanaşıyorum. Kimsecikler yokken dibine kadar gidiyorum. Ufak bir ayak kayması ile denizi boylayabilirim diye kendimi uyarıyorum. Havayı içime doldurup salıyorum. Tanrı ile bir olmuş hissettiriyor bu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gecekondu
Teen FictionBak, yağmur yağıyor sevgilim. Sele kapılan bu şehir sen yoksan yok olsun. Başlangıç: Aralık 18 2020