Masamın başına geçmeyi kuruyorum. Boşlukta kalan ayak yüzünden sallanıp duran masayı katladığım peçete yardımı ile dengeliyorum sonra. Bugün buraya ikinci oturuşum oluyor. Elim kaleme gitse de niyedir bilmem kâğıda uzanmıyor. Aklımdaki tüm kelimeler çalınmış mı biri tarafından? Bomboş bir zihinle geziyorum öylece. Hiçbir şey düşünemiyorum. Tek yapabildiğim yatabilmek oluyor. Kafama kadar çekip battaniyeyi, kendimi karanlıkta bırakmak ve yatmak hayat enerjim emilmişcesine. Annemin sözleri aklıma geliyor parça parça. Hiçbir işe yaramadığımla ilgili konuşup duruyor. Haklı olması ağır geliyor. Cidden artık dünyaya olan yararımı bir kenara bıraktım. Kendime bile fayda sağlayamıyorum. Bilmiyorum bir tek ben miyim koca gezegende yaşamayı beceremeyen. Bilsem de ne fark eder kestiremiyorum. Kendimi daha mi iyi hissederim başarısız birkaç insan daha olduğunu görünce. Kıskançlık mı bu? Emin değilim. Sadece rahatsızlık duyuyorum kendimden. Esasında çöp kovası kadar bile işlevim olmayışından.
Tekrar doluyorum kalemi parmaklarım arasına. Güneşte durmaktan sararmış kâğıdı önüme çekiyorum. Tarihi atıyorum önce. Ardından ona sesleniyorum adını dahi bilmeden. Saçma sapan, ne olduğu önemli olmayan tonla şey anlatıyorum. Okuduğunda ona hiçbir şey katmayacak fakat benden nehirlerce eksilten tonla tümce sıralıyorum. Sayfayı ağzına kadar dolduruyorum, kenarlardan taşıp alt satırlara geçiyor cümlelerim. Dur durak bilmiyor. Nokta virgül tanımıyor. Kuralsızlık içinde var ediyor kendini. Bu bir başkaldırı oluyor ilk satırlarda fakat sonrasında çözülmez bir yumak haline geliyor. Ne dediğim, ne anlattığım bir muammadan ibaret oluyor. Çoğu zaman ben bile neyi neden dediğime anlam oturtamıyorum.
Ortasından ince bir yarıkla ikiye katlıyorum kâğıdı. Sonra bir kez daha yapıyorum aynı şeyi. Zarfın içine girmesini sağlayacak kadar küçültüyorum. Rengini kaybetmiş, solgun, yaz çiçeklerim zarfa düşüyor. Dokunsam kırılacak gibi bakıyorlar bana. Bundandır ki dokunmuyorum hiç. Elimi ateşten çeker gibi çekiyorum onlardan. Bu his bir tanıdık geliyor bana.
Geçen gün onu takip ederek ulaştığım kitapçıya ilerliyorum. Tedirgince adımlıyorum içeri. Daha girişten geliyor kitap kokusu. Bu bana saçma bir cesaret veriyor. Ne için derseniz, bilmem. Genel olarak ben bilmem. Üstüne düşünmek de istemem. Ama ne kadar becerebiliyorum, galiba hiç. Rafların arasına dalıyorum kafamı iki yana sallayarak. Galiba bunu yapınca kafama konmuş şeytanların uçuşacağını falan sanıyorum. O sıralar şeytanın içimizde, hatta bizden bir parçada olduğunun farkına da varmıyorum. Rafların arasında yürütüyorum adımlarımı. Kalbim öylesine canlı ve öylesine telaşlı ki nefes almakta zorluk çekiyorum. Sıkıştırıp duruyor beni.
Karınca dolu parmaklarım, ölü ağaçlara dokunuyor boylu boyunca. Birini çekip alıyorum. İşaret parmağım kanca gibi geçiyor kitabın başına. Didem Madak... Dudaklarıma geniş bir gülümseme peydahlanıyor. Aklıma pul biber mahallesi düşüyor ardından Zeyna. Gülümsemem uzun sürmüyor. Aynadaki görüntüm canlanıyor zihnimde. Yüzüme oturmayan gülümsemem nasıl da sahte duruyor. Tekrar iki yana sallıyorum başımı. Tahammül edemiyorum.
Ben kitabı geri koyar koymaz sağ tarafımdan biri uzanıyor, tekrar çıkartıyor onu mabedinden. Dikkat kesiliyorum parmakların kitabı kavrayışına. Dokunuşu okşar gibi, yumuşacık geliyor. Sanki kitaba hiç dokunmuyor. Doğaüstü bir güçle onu yerinden oynatıyor.
"Okudunuz mu?" diyor. Bense kafamı kaldırsam diyorum. Gördüğüm yüz beni felakete sürükler mi? Yine de kaldırıyorum. Kulağıma düşen şiir gibi bu sesin sahibini görmek istiyorum. O olduğunu biliyorum. Diz altına uzanan siyah kabanından ve ayakkabılarından. Yine de teyit etmek istiyorum, belki sadece gözlerimizin buluşmasına ihtiyaç duyuyorum bilmiyorum. İşte oluyor. Yasak bir toprağa ayak basmışım gibi geliyor en başta. Simsiyah bir gecede yürüyorum. Yıldızlar beni aydınlatmıyor. Uzun kirpikleri gözlerime batıyor. Yalnızca saniyelik dokunabiliyorum karalarına. Yuvama kaçıyorum hemencecik. Boğazıma sonsuz yutkunma takılıyor. Ağzımı açıyorum fakat işte dönmüyor dilim. Gözleri bende duruyor biliyorum ve bu bilinçle birlikte biraz daha küçülüyorum. Kafamı sallıyorum. Sorduğu soruya ancak bu şekilde cevap verebiliyorum.
"Pekâlâ," diyor. Kafası önüne düşüyor. İri elleri nazikçe dolaşıyor kitabı. Ben adım attıkça arkamdan geliyor. Kapıya yaklaşıyorum. Bunca zaman beni görmesini istememe rağmen şimdi kaçma planları kuruyorum. Gitsin gitsin diye yalvarıyorum füsuna. Füsun da ne inat. Hep karşı geliyor bana. Neyse ki yabancı adam benden ileriye geçiyor. Alıyor kitabı. Kapıdan çıkıp gidiyor sonra. Arkasını dönmesini bekliyorum. Yanıma gelişini yanlış yerlere yorabilmek için bana bakmasını istiyorum. Bakmıyor. Arabaları kontrol edip karşıya geçiyor öylece.
Yüzünü kafamdan atamıyorum. Bakışlarını üzerimde hissediyorum sürekli. Siz diyor bana. Kaç yıl öteden bilmem. Siz diyor. O an çok garip. Karnımda patlamalar başlıyor. Evren genişleyip duruyor içimde. Yaşam baş gösteriyor. Ufacık bir koza yırtılıyor. Kelebeklerim çıkıyor içinden, midemin içinde oraya buraya savruluyorlar. Konuşmaya devam ediyor sonra. Kelimeler dudaklarından döküldüğü an onları tutmak geliyor içimden. Sesine dokunmak istiyorum. Ellerime alıp okşamayı veyahut oda köşelerindeki küçük kutulara koyup saklamayı... Sesi bir insan olsaydı diyorum kendi kendime en çok onu severdim. Dolup taşıyorum. Tek gayem onu tekrar görebilmek oluyor. Evinin önünden sayısız kere geçiyorum. Saçma mektuplarım artıyor. Fakat beceremiyorum. Bir hafta öbürünü takip ediyor. Pencereler bana iyi şeyler hatırlamıyor artık. Yorgunluk gözaltlarımdan başlıyor.
Umutsuzca kalkıyorum o gün yatağımdan. İçtiğim bir bardak suyu tüm bedenimde hissediyorum. Kötü düşüncelerim alıp başını gitse diye bekliyorum. Adaçayı yakmak gibi bir şey bu benim için. Kötülükleri def etme yöntemim. İşe yarıyor mu hâlâ emin değilim. Aynı yolları aşıyorum. Aynı ağaçlara aynı göğe bakıyorum. Fakat aynı duyguya sahip olamıyorum. Kafamın içinde tilkiler dönüp duruyor. Zehirli düşüncelerimin asıl sahipleri tilkiler beni mutsuzluğa sürüklüyor. İlk defa onları susturacak bir şey oluyor. Posta kutusunu açtığım an fark ediyorum. İçeride bir mektup duruyor. Benimkilere benzer fakat bir o kadar farklı. Etrafa bakıp hızlıca cebime atıyorum. Mektubun başka birisi tarafından ona gelebileceği fikri aklıma gelmiyor bile. Kendi mektubumu bırakıp bahçeden çıkıyorum. Ellerim öylesine telaşlı ki titremekten zarfı açamıyor. Hem yırtılmasın diye nazik olmaya çalışıyorum hem de sabırsız olduğum için hızlı... Sonunda becerebiliyorum. Kâğıdın içinden çirkin bir el yazısı çıkıyor. Lâcivert mürekkebin beyaz kâğıdı nasıl boyadığına bakakalıyorum bir süre. Hayır, bu sıra dışı bir şey olduğundan değil sadece şoku üzerimden atamıyorum. Kaldırım üzerine çöküp satırları okumaya başladığımda anlıyorum bunun bir şiir olduğunu. Bak, diyor satırın başında sonra devam ediyor. Yağmur yağıyor sevgilim. İdrak edemiyorum ne dediğini. Anlamsızca bakıyorum sayfaya. İlk satırı belki milyon kere fısıldıyorum kendime. Aklıma sürü halinde yığılıyor bütün şairler. Buna benzer bir cümle arıyorum onların dizelerinde. Kafam geri dönüyor. Hareketsiz perdeye bakıyorum, ardından göğe dönüyorum. Tanrı yağmuru ile yıkıyor beni. Mürekkep kâğıt üzerinde yayılıyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gecekondu
Teen FictionBak, yağmur yağıyor sevgilim. Sele kapılan bu şehir sen yoksan yok olsun. Başlangıç: Aralık 18 2020