19

15 3 0
                                    

Kan kırmızı balonlar süzülüyor mavi göğe doğru. Ellerim titriyor aşağı inerken. Bulutlar gökyüzünün kanatları gibi çırpınıyor yukarıda. Gözlerimi balonlarıma dikiyorum. Üç tane kan kırmızı balon. Çocukça bir hevesle izliyorum yükselişlerini. Ardından tekrar oturuyorum az önce kalktığım banka. Burası neresi derseniz bilmiyorum. Ayaklarıma bırakınca kararı beni buraya sürükledi. Yıllanmış bu bankın üzerine. Karşıda uçsuz bucaksız bir deniz, yanımda arasında yeşil kurşun kalemimi sıkıştırdığım bir şiir kitabı ve kediler.

Gariptir ki o gün hava diğer hallerine hiç benzemiyor. Güneş dağıtmış tüm o kasveti. Bütün heybeti ile aydınlatıyor her yeri. Gözlerime, dudaklarıma dağıtıyor ışıklarını. Yüzümdeki çiçekler başlarını ona çeviriyor. Termosa doldurduğum çaydan bir yudum alıyorum mavi kapaklı şiir kitabını dizlerimin üzerinde tekrar açarken. Onlarca mısra birden iniyor gözümün önüne. Bakışlarım kısalıyor. Bir yudum daha alıyorum çayımdan ardından soğuk gri renkli termosu sağ tarafıma sabitliyorum. Şiir denizin bir ucundan başlayıp öbür ucunda bitiyor. Gezip duruyorum onunla. Hiç mola vermiyor. Sanki bir kelimenin bittiği yerde diğer kelime söylenmek zorunda gibi. Elimden bırakamıyorum. Kaderime razı geliyorum sonra. Bitirene kadar devam ediyorum. O sırada etrafımda ne olup bittiğinden bihaber oluyorum. Biri çantamı çaldıysa bile mesela fark etmiyorum. Tek işim şiir okumak oluyor. Hararetlice okuyorum. Virgüllere gelince kelimeyi uzatıyor, noktalarda diğeri ile bağlıyorum. Yeni bir dil bilgisi oluşturuyorum kendime. Saman rengi yapraklar parmağının altından usul usul kayıyor üç dakikada bir. Düşünmeye fırsat tanımıyorum. Düşününce kaybolacağımı biliyorum. O gün kaybolmak istemiyorum.

Kolumdaki saatte fark ediyorum zamanın su gibi akıp gittiğini. Soyulmuş çerçevesinin içine hapsettiği sayılar karmaşıklaşıyor. Sonuna nihayet geldiğim kitabı koltuk altıma sokuşturuyorum. Boynumda kabaca bir şal, kafamda yamuk şapkam ile ayaklanıyorum. Keşke şu an biri beni parçacıklarıma ayırsa da kopyalasa diyorum. Işınlanmak istiyorum bilmediğim, buradan çok uzak bir yere. Şu soldaki kafeden gelen en sevdiğim müziğe rağmen buradan bir an önce gitmek istiyorum. Kahverengi botlarım kıyıyı hızlıca arşınlıyor. Çözülmüş bağcıkları ben adım attıkça bir o yana bir bu yana savrulup duruyor. Eğilip onları bağlamaktansa oyuna ortak olup takılmamaya çalışıyorum. Gözlerim kâh yola değiyor kâh ayakkabılarıma. Nihayetinde hiç takılmadan bitiriyorum yolu. Elimde susamları dökülen bir simitle evin kapısını çalıyorum. Ağzımdaki lokmayı çiğniyorum hızlı hızlı. Kapı açılmadan önce bitirebileceğime dair kendimle iddiaya giriyorum. Fakat olmuyor, ahşap kapı sessizce aralanıyor. Gözlerin buluyor beni hemen. Kapıyı biraz daha açıp beni içeri alıyorsun. Bu sürprizi beklemiyor gibi bir hali var yüzünün. Biraz şaşkın biraz da tedirgin bakıyorsun. Davetsiz gelmenin gerginliği var benim de üzerimde ama gülümsemeyi başarıyorum. Bir an duraksayıp üzerine bakıyorsun. Bu şekilde karşıma çıkmış olmaktan mı bilmiyorum rahatsız oluyorsun. Pijamalarına hiç aldırmadan sanki ev benim evimmiş gibi salona geçiyorum. Her şeyin yerini bilir gibi kumandayı alıyor ve televizyonun sesini kısıyorum. Arkama yaslanıyorum sonra. Koltuğun içine gömülür gibi oluyorum. Oturduğum en yumuşak koltuk diyorum içimden. Kahverengi bir pamuk çuvalı gibi. Sen bana bir şeyler ikram etmekle ilgili konuşurken ben önündeki dağınık sehpanı inceliyorum. Evin beni hiç şaşırtmıyor. Her taraftan bir şey çıkıyor. Fakat düzenli duruyor. Sanki her şeyin yeri kafanda kodlanmış gibi geliyor. Salonun tam ortasında bir kanepe, hemen önünde kahverengi ahşap bir sehpa, üzerinde adını bilmediğim bir sürü alet edevat ve bilgisayarın. Kanepenin arkasında ise dev bir kitaplık... Halısız yerler, parkeleri süpüren siyah güneşlikler, açık gri duvarlar, düzenli bir mutfak ve etrafta dağılmış uyuyan kediler. Evin tamamen seni yansıtıyor. Dediğim gibi şaşırmıyorum. Kafanın içine girmiş gibi hissediyorum. Yabancılık çekmiyorum. Zaten her yere aşina oluyorum.

Yanıma oturuyorsun bir şey istemediğimi anlayınca. Sessizce bekliyorsun evi incelememenin bitmesini. Tepedeki süssüz lambadan portmantodaki anahtarlara kadar inceliyorum. Didik didik ediyorum her tarafı. Hepsini senin tomarlaşmış düşüncelerini sayıp kafama yazıyorum. Çayı şekersiz içiyor diyorum masaya bakarken. Roman okumayı seviyor. Banyodan çıktıktan sonra saçını şu aynanın karşısında kurutuyor. Koltuğun en çok sağ tarafında oturuyor. Televizyonu arkada ses olsun diye açıyor.

"Evinde hiç çiçek yok." Sana dönerken bakışlarım sen de bana dönüyorsun, saniyesinde buluşuyor gözlerimiz. Bugün hiçbir şey nedense şaşırtmıyor beni.

"Öyle."

"Güneş de almıyor burası hiç." Ayağa kalkıyorum çabucak. Senin hayatına böyle müdahale etmeye hakkım olmadığını biliyorum fakat hareketlerim sanki benim dışımda biri tarafından yönetiliyor, kendime set koyamıyorum. Birkaç adım sonra ulaşıyorum perdelere. Tek hamlede iki yana açıyorum katran rengi örtüleri. Güneş içeri dalıyor hiç beklemeden. Elini pencereye doğru siper edip gözlerini kısıyorsun. Ama kapat da demiyorsun. Engel olmuyorsun bana. Sanki seni oradan çıkarmamı bekliyorsun.

"Buraya," diyorum ayağım ile yeri gösteriyorken "birkaç çiçek koymak lazım. Evin havası değişir. Ya da ağaç falan neyi seviyorsan artık." Geri oturmayıp ufak adımlarla etrafta gezinmeye başlıyorum. Dev televizyonun üzerinde gezdiriyorum parmaklarımı.

"İzlemeyi seviyor musun?" Omuz silkiyorsun. İnternetten bazen film izlediğini söylüyorsun. Yere çömeliyorum. Televizyonun üzerinde olduğu dolaba bakıyorum kafamı aşağı eğip. Oyun CD'lerine bakıyorum sanki çok umurumdalarmış gibi. Batmanın minyatür oyuncaklarını savaştırıyorum. Karıştırmama bir şey denemenden cesaret alıp çekmeceyi de açıyorum. İçinden bir sürü parça çıkıyor. Ne olduklarını anlamayıp yüzümü buruşturuyorum.

"Bunlar ne?" yanıma gelip sen de eğiliyorsun. Gülüyorsun bıyık altından.

"Tamir için gerekiyorlar bazen. Önemli şeyler değil." Tamam deyip geçiyorum. Sehpanın üzerindekilere benzetiyorum. İstifçi mi yoksa diye düşünmeden edemiyorum. Sonra boş veriyorum. Bu kadarı beni ilgilendirmiyor diye düşünüyorum. Eline bir kutu alıp yere koyuyorsun. El işi kutuları gibi metal bir kutu. Yere koyunca takırtılar çıkarıyor. İlgimi oraya veriyorum sen kapağı açarken. İçindeki fotoğraflara bakıyorum. Sense gülüyorsun.

"Bak," diyorsun bir tanesini bana çevirip gülümserken. Somurtkan bir çocuk düşüyor bakış açıma. Simsiyah gözleri, kalın kaşlarının altından parlıyor. "burada ilkokula falan gidiyorum." Sonra başka bir tanesini gösteriyorsun sonra başka bir tane daha. Parkenin üzerine seriliyor bütün fotoğraflar. Kronolojik bir sırada dizmeye çalışıyoruz. Hiç değişmemişsin gibi geliyor. Sanki 9 yaşındayken bile bu yaştaymışsın gibi. Bakışların sanki hep aynı.

"Her alışverişe gidişimde bir albüm alıp bunları düzene sokacağım diyorum fakat her seferinde boş veriyorum."

"İstesen yapardın zaten." Diyorum. Cevap gelmeyince "Seni boyayabilir miyim?" diye atılıyorum birden. Kalakalıyorsun. Ya dediğimi anlamıyorsun ya da şaşkınlıktan veriyorsun bu tepkiyi. Gülüyorum kıkır kıkır. Bu halin komiğime gidiyor. Elim omzuna konuyor yavaşça ve korkma diyorum.

"Vücuduna resim çizmekten bahsediyorum. Sadece bir teklif."

"Niye?"

"Çünkü denemek istiyorum." Tamam diyorsun sanki cevap vermek istemiyor gibi. Arkanı kontrol ediyorum biri kafana silah mı dayadı diye sonra tekrar gülüyorum ve fotoğraflara geri dönüyorum. Esasen kabul edeceğini hiç düşünmeden istiyorum bunu senden.

GecekonduHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin