8

18 3 0
                                    

Düne kadar bana yabancı olan bir adamla oturuyorum şimdi. Elleri arasında sıkıca tutuyor kahvesini, dumanı hala üstünde. Gözleri tenimi okşuyor. Öyle ki bakışına değdiğinde bakışlarım pamuklara atılmış hissediyorum. Yumuşacık geliyor bu his. Gülümsüyorum. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemiyorum. Susuyorum uzunca bir müddet. O da inadına hiç aralamıyor dudaklarını. Saçlarımı, yüzümü sonra ellerimi sonsuz bir döngü içinde izleyip duruyor.

Adını sormak istiyorum başta. Üzerine kazınmış, ona atfedilen kimliğini merak ediyorum. Sonra onun hakkında bir şeyler öğrenme isteğim ağır basıyor. Neyi sevdiğini tahmin etme ile ilgili ufak bir oyun kuruyorum kafamda. Onu düşündüğümde aklımda kocaman bir kitaplık canlanıyor. Çekilmiş perdeler, geniş ve dağınık koltuk, kalabalık sehpa, piyano sesi...

"Saçların, "diye atılıyor. Ardından boğazını temizlemeye ihtiyaç duyuyor. Sonra ne oluyorsa hiç susmuyoruz. Yüreğimde ne kadar güvercin varsa birden havalanıyor göğe. Göğüs kafesim genişliyor. Bölünüp bölünüp büyüyorum kendimce. İçime galaksiler sızdırıyorum. Saatlerce konuşuyoruz. Bunca zaman ona anlatmak için yaşamışım gibi her şeyi durmadan anlatıyorum. Dinliyor beni. Konuşmak için beklemek değil bu biliyorum. Gözleri bana her şeyi fısıldıyor. Anlatmak ilaç oluyor onun yanında. Ne anlattığımın önemi olmuyor. Her derde deva bir ilaç oluyor. Fazlası değil azı zehir geliyor.

Gülüşlerini sayıyorum. Dudakları kıvrılıp her mırıltı döktüğünde bir parmağımı kırıyorum içeri doğru. Sona ulaşmaya çalışmadığımız, birbirinden apayrı fikirleri ortaya attığımız bu uzun sohbet hiç bitmesin istiyorum. Zaman zaman ellerim ona uzanıyor. Konuşurken sanki farkında değilmişim gibi dokunuyorum ona. Oysa insanlara temas etmekten nefret ederim ben. Kendimi kandırıyorum. Elinin üzerine dokunuyorum, bileğine zaman zaman veya omzuna. Aldırmıyor buna. Normal geliyor belli ki. Benim ise bir yandan karnıma heyecan dalgaları çarpıp duruyor yine de tam hissediyorum.

"Rus edebiyatı severim." diyor. Sıralıyor sonra yazarları. O zamana kadar hiçbir yazarın nereli olduğu ile ilgilenmediğimi fark ediyorum. Mesela ben Dostoyevski'nin Rus olduğunu ondan öğreniyorum. Kitaplığımda bir kitabının öylece durduğunu ondan sonra fark ediyorum. Hayatım sanki bir değnek dokunmuş gibi alt üst oluyor ve bambaşka bir yere eviriliyor. Galiba ben hayatımın altını üstünden daha çok sever hale geliyorum.* Ondan sonra seviyorum felsefeyi de fiziği de. Şarkıların melodiden ibaret olmadığını anlıyorum. İstanbul'u keşfediyorum. Ondan sonra gördüğüm her kediyi sever oluyorum. Kahve içmeden duramıyorum. Ümit Yaşar'ı tanıyorum. Fanusumun dışına çıkıp kendimi buluyorum. Çayı şekersiz içiyorum mesela bu tadını almamı sağlıyor, kıştan nefret etmeyi kesiyorum. Sabahları erken kalkıyorum, onun yerine güneşi doğuruyorum. Öğrendiğim ufacık bir şeyi, izlediğim bir filmi, okuduğum kitabı koşa koşa gelip ona anlatmak istiyorum. Ondan sonra göğün mor denizin yeşil olduğunu fark ediyorum. Ufacık bir delikten gelen o ışıkla aydınlanıyorum.

"Sabahattin Ali." diye yanıtlıyorum sorusunu. Yalnızca romanlarını diye de ekliyorum. Katılıyor bana. En sevdiğinin içimizdeki şeytan olduğunu söylüyor. Kitabı okurken onu anımsıyorum ilk sayfalarda. Hayatımda her yere buluyor izini yavaşça.

Kalkmak mecburiyetinde kalıyoruz. Yüzüm asılacak gibi oluyor bu duruma fakat beceremiyor. Sanki bu saatlerin ardından mutsuz olmak mümkün değilmiş gibi geliyor. Seke seke dönüyorum evime. Neşemi sığdıramıyorum dört duvara, balkona taşmasına izin veriyorum. Hayat amacımı bulmuş gibi hissediyorum. Ne yürüdüğüm yolun yorgunluğu oluyor üstümde ne hayatın yükü. Kenara bırakıyorum ne varsa. Gün ortasında saatlerce öğle uykusu yapıyorum.

GecekonduHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin