※6※ bir iblis ve o iblisin sırlarla sarmalanmış kalbi

65 29 25
                                    

Bu sahne tanıdıktı. Abla kardeş Sekizkök'ün düzenli, kalabalık olmasına rağmen insanı bunaltmayan sokakları arasından bir rüzgar gibi ilerlediler. İnsanlar süslüydü. Dükkanlar, evlerin camları ve kapıları da öyle. Sarı, turuncu, kırmızı ve yeşil her yerdeydi. Porsuk'un şehrin sekiz yanına uzanan o kocaman kökleri ve köklerden yeniden göğe yükselen ufak porsuk fidanlarının her birinin altına kocaman sepetler bırakılmıştı. Hastalığın gölgesinde geçen yazın son taze ürünlerini çocuklarla ve canı çeken herkesle paylaşmak içindi o sepetler. Neler neler yoktu içlerinde! Kıpkırmızı parlayan elma şekerleri, yaş cevizli ekmekler, şişe şişe üzüm suyu, böğürtlenli kekler ve tabii ki şenliklere katılmak isteyen herkesin daha bayram arefesinden kafalarına taktıkları başaklarla süslenmiş ufak şapkacıklar.

"Elmalarım var!" diye bağırdı cırtlak sesli bir arsan kız. Yaşı beşten fazla ve kanatları kendini taşıyacak kadar güçlü değildi, kendinden büyük, temiz ve tüllerle süslenmiş bir el arabasını peşinden sürüklüyordu. "Dedemin bahçesinden sarı sarı elmam var!" Kız o elmaları satmıyordu, aksine, birazdan yedikleri meyveler yüzünden çatlayacak insanlara birer tane daha ikram etmeye çalışıyordu.

Hemen arkasından kızın arkadaşı yetişti. O da benzer bir arabayı sürüklüyordu. "Gelin de armut alın!"

Kuzeyliler, güneydekiler kadar olmasa da süsü severdi. Balkonların parmaklıklarına kırmızı kurdeleler ile bağlanmış demet demet altın sarısı başaklar asılmış, demetlerin her birine de o ufak çanlardan iliştirilmişti. Rüzgar dağlara dokunup şehre doldukça, güzün son sıcaklığını ve nemini şehre taşıdıkça o küçücük çanlar şıngır mıngır ses çıkarıyor ve insanların sessiz gülüşmelerine nadir duyulan bir ezgi katıyordu. Bu küçük detay kesinlikle güneyli yelkanlılardan ödünç alınmış olmalıydı çünkü hava ile ses çıkaran hemen her şey rüzgara tapan ve rüzgardan türediklerine inanlar tarafından yapılmıştı.

O çanların bir benzeri Eliz'de de vardı. Arbuz'dan, evinden, getirmişti. Metali babasıyla dövmüş, boyasını annesi ile yapmıştı.

Sekiz koca dağ tarafından her bir yanı kuşatılmış şehrin içinden buz gibi bir rüzgar akıp geçti ve Eliz'in sarı buklelerini havalandırıp kızı baştan aşağı ürpertti. Şehir süslü, sokaklar kalabalıktı. Ama havada neredeyse hiç büyü yoktu. Yanından geçen dört kanatlı umurlar ve onların yarım kanlı çocukları olan iki kanatlı arsanların hiçbiri Eliz'in zihnindeki büyüyü görmeye çalışan hassasiyetine dokunmadı.

Sanki büyünün hepsini, her bir zerresini toplayıp bir kavanoza sıkıştırmıştı birileri.

Evet, büyü yoktu. Şehrin tam ortasında oturan ve bir dağ kadar büyük olan kadim Porsuk'tan dökülüp rüzgarla şehrin dört yanına saçılan ışıktan çiçek yaprakları hariç. Aydınlık gündüz göğünde o tülsü ve neredeyse saydam çiçek yapraklarını yere düşene kadar fark etmek neredeyse imkansızdı.

O minik yaprakları gören Eliz değil Alyaz oldu. Protez kolunu kaldırıp metal parmaklarını bir böceği kovalar gibi oynattı. "Bunlar ne böyle? Koluma yapışıp duruyorlar."

Aslında ışıktan yaprakların Alyaz'ın koluna yapıştığı yoktu. Metal öyle koyu renkliydi ki üstüne düşen yapraklar berrak bir kış gecesindeki yıldızlar gibi ışıldıyordu. "Porsuk'un yaprakları herhalde." Ama emin de olamadı Eliz. Porsuk'un yaprakları iğne gibi olurdu. Havada süzülen yapraklarsa hüsnüyusuf çiçeğinin yaprakları gibi oval ve ucu tırtıklıydı.

"Hayır hayır, değil." Alyaz metalin üstünden yaprakların tekini almaya çalıştı. Ama parmağı yaprağa dokunur dokunmaz turuncumsu beyaz yaprak kum gibi dağılıp havaya saçıldı ve gerisinde minik pırıltılı tozlar bıraktı. "Baksana, ele gelmiyor bile. Büyü mü bu?"

KEMİK VE GECEDENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin