※8※ çünkü ellerim bu yüzden yaratılmıştı: dünyanın kalbini duyabilmek için

53 11 2
                                    

Eliz henüz on beş yaşında ufacık bir kızken kara kış vaktinde ustasının peşine takılmış ve yılın yarısında göğün asla aydınlanmadığı kutuba, Çilde'ye gitmişti. Naçizleri arayan ekiplere ilk defa katıldığı zamandı bu. Yol boyunca içi içine sığmamış, zihni türlü türlü hayallere karışmış ve kendi kendine ileride bir kaşif olacağına dair sayısız kez söz vermişti.

Eğer isminiz ölü ve dünya üstündeki toprakların çoğu size tehlikeli hatta yasaksa ne kadar akıllı olursanız olun, bilinmeyen hep cazip ve gizemli gelirdi.

Deli fırtınaların karı karanlık göğe savurduğu, insanın etini kemiklerinden ayırabilecek kadar soğuk o sonsuz tunduraya vardığında ekiplerin her hareketini, planların her cümlesini korkunç bir dikkatle dinlemişti. Çünkü aradıkları şey Nadir'in son zamanlarda haberinin olduğu ve neye benzediğini bile bilmediği, habis ve kuvvetli bir naçizdi.

O naçiz de tunduranın ortasında öylece dikilmiş birkaç binadan oluşan izbe ve ölü bir yerleşkedeydi. Kim sahip olduğu bu değerli naçizi dünyanın sonundaki boş ve soğuk bir noktaya bir yudum ışığın altına bile koymadan gizlerdi ki? Kız daha umur kaşifler havalanıp yerleşkeye uçarken bile işin içinde bir tuhaflık olduğunu sezmişti.

Dakikalar geçmişti. Belki saatler. Eliz merakına yenik düşmüş, çocukça bir masumiyetle ustasına onlarca soru sormuştu. Ne arıyoruz? Naçizi neden böylesi bir yere sakladılar? Naçiz gerçekten de bir dünya kaşifin birbirini kollamasını gerektirecek kadar tehlikeli mi? Keşke bana da binaya gitmem için izin verseydin. Peki neden naçizden daha önce haberimiz olmadı? Naçiz neye benziyor? Hangi büyücüden kalmış olabilir?

Tuhaf olanı, ustasının bu soruların hiçbirine verecek cevabı olmamasıydı.

Fırtınanın yaklaştığı, enselerinde esip gürlediği o acayip anda genç bir umur kızın ve ustasının yanına gelmiş, büyücü kadını yerleşkeye çağırmıştı. Kızın üstünden altı seneden fazla geçmesine rağmen asla unutamadığı bir detaydı o genç umur: Sesine sinmiş korku ve tedirginlikle titreyen elleri.

Ustası tam umur gençle birlikte yerleşkeye gitmek için koşturmaya başlamıştı ki kapkara buzların saçıldığı o deli ve insafsız fırtına hepsine vurmuş ve üçünü de tunduranın en olmadık yerine atıvermişti.

Gözleri görmeden, kulakları duymadan, hiçliklerle dolu korkunç bir panik içinde fırtınanın içinde dengesini bulmaya çalışmış, her adımı da onu en olmaması yere sürüklemişti: Alabildiğince karanlık bir hiçliğin ortasına. O anki korkusu zihnine öyle bir yer edinmişti ki Eliz yaz ortasında bile bazen uykusunda titreyerek uyanır, benzer bir telaşla odasındaki simyatik ateşi arardı. Onu korkutan soğuk değildi halbuki. Karanlık da ürkütmezdi kızı, hayır. Bilinmemezlikti aklını başından alan şey.

Bilinen her şey ise minicik, narin bir ışık huzmesi ile kıza yeniden dönmüştü: Fırtına bastırmadan evvel gökyüzünde dans ederek turuncu ve altın şeritleriyle kapkara göğe danteller işleyen ve tundraya cömertçe ışığını dağıtan ufacık bir ışık ruhu. Kız o gece ışık ruhunu karların altında ezilmekten kurtarmıştı. Işık ruhu da kızı, çevrelerinde delice dönüp duran fırtınadan ve yabancı rüzgarların estiği toprakların meçhullüğünden. Tuhaf bir ikililerdi o an: Soğuktan ve endişeden tir tir titreyen, genç bir yelkanlı kız ile kızın ancak işaret parmağı kadar olsa da vızır vızır ses çıkarıp kızın gökteki yıldızlar gibi ışıldamasını sağlayan bir ruh.

Evet, ışık kıza iyi davranmış ve merhamet etmişti. Ama onu oradan oraya savuran tipi ise... Hayır. Tipi caniydi. Çünkü kızı en olmaması gereken yere atıvermişti: Uzak duracağına dair sayısız kez ustasına sözler verdiği o koskocaman yerleşkenin tam orta yerine. Hayatında ilk kez kalbi kaburgalarını kırmaya niyetli gibi ürkütücü bir ritim tutturmuş, teni o soğuğa rağmen cayır cayır yanmıştı.

KEMİK VE GECEDENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin