Toprakiblisinin evinde bir tanecik bile saat yoktu. Dolayısıyla tüylerini diken diken edecek kadar sessiz bir gürültü ile akıp giden gecede nihayet uykuya dalabildiğinde gün doğumuna ne kadar kaldığını bilmiyordu Eliz.
Ama eğer göreceği kabusu önceden bilme fırsatı olsaydı o geceyi de uykusuz geçirmeyi tercih ederdi.
Çünkü ince bacakları kara batmıştı ve uçsuz bucaksız donmuş çöl hiç bitmeyen gecenin hükmü altında kapkara vaziyetteydi. Nereye gittiğinden emin değildi. Ayakları onu endişesinin kaynağına da taşıyor olabilirdi dünyanın sonuna da. Hoş, yeterince ilerlese nereye varırdı gerçekten? Kucağında büyüdüğü iblislerin ona küçükken fısıldadığı gibi gerçek alemin keskin şekilde sonlanan Kıyı’sına mı yoksa büyüdüğünde okuduğu coğrafya kitaplarında yazdığı gibi daha fazla kara parçasıyla mı?
Bilmiyordu. Yine de yürümeye devam etti. Toynaklarına çakılı nallar en az üstüne bastığı topraklar gibi donmuş vaziyetteydi. Boynuzlarının kafa derisinden çıktığı o hassas yerler üşümeyi bırakıp ateşe atılmış gibi yanmaya başlamıştı artık.
Hareket etmeyi bırakmak ve dinlenmek için karların içine oturmak tarifi olmayacak kadar hoş bir dürtüydü. Ama bu öyküleri daha önce dinlemişti dostundan. Kar içinde bastıran uyku, ölümün merhametli parmaklarının zihnini ikna etme çabasıydı.
Ölmeye niyeti yoktu. Özellikle evinden bu kadar uzaktayken. Özellikle bitirmediği bir yığın işi varken. Özellikle henüz doğmamış yeğenleri sahip olacakları isimler için onu beklerken.
Özellikle yüreğindeki azabı bulacağı cevaplarla yatıştırma fırsatı elde etmişken.
Buz kadar ağırlaşmış havayı gayretle ciğerlerine çekti ve yekpare beyaz örtüden örülmüş gibi önünde uzanan düzlükte ilerlemeye devam etti. Tepesinden yıldızlar kaydı ama her biri olduğu takımyıldıza bağlı kaldı. Doğru ya, burada saatler geri kalmıyordu. Burada takımyıldızlar yer değiştirmiyordu.
Burası Yaradılış’ın en son uğradığı, ölümü ile takvimlerin sıfırlandığı Işık’ın son adımlarını attığı, iblislerin “vebalı topraklar” olarak isimlendirdiği, Dünyayara’larından bir tanesinin bile kalmadığı, bir kumanın narin bedeni için ölümcül olsa da gözleri için eşsiz, mütevazi bir duraktı: Kuzeyin ucundaki kutup. Çilde.
Rüzgarlar ince ve hasta gövdesini oraya buraya savurdu. Tipi suratına çarptı ve ince, sivri damlalarla teni kesildi. Kar kalınlığı arttı, beline kadar buzun içinde kaldı. Tepesinden martı gibi çığlıklar atan yılanvari yaratıklar akıp gitti. Kalbi bazen korkuyla duracak gibi kasıldı o çığlıklarla.
Yine de kimse onu görmedi. Kimse yılın en çetin vaktinde kalbini takip ederek yolunu bulan o ufak, yabancı kuman kadının farkına bile varmadı.
Nalları altında ezilen kar sertleşip buza ve kayaya dönerken hava artık ciğerlerini parçalayacak kadar soğudu. Tuz doldu göğe sanki. Canlı ve hareketli bir tuz. Her nasılsa o soğukta bile hayatta kalmayı başarabilmiş yosunlardı bunlar! Fırtına yatıştı. Ve nihayet kıyıyı döven çılgın dalgaların hafif sesi de seçilebilir oldu.
O sesi daha yakından duyması gerekmez miydi? Çünkü kayanın her dalga ile titrediğini, karşı konulamaz kuvvete sebat ettiğini hissedebiliyordu ayaklarının altında. O halde ya denizden hayli yüksekteydi ya da-
Bir sonraki adımı boşluğa geldi. Çığlığı gırtlağını yarıp geçerken son anda bir adım atarak falezden düşmekten kurtuldu. Karların içine devrildi ve korkuyla gövdesini geriye, buzullu ovaya çekti. Telaşlı hareketiyle falezin ucundan kopan buz ve taş parçaları tüylerini diken diken eden, upuzun bir süre sonunda denize çarptı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KEMİK VE GECEDEN
FantasyKız oğlanı ilk kez bulduğunda sonsuz bir gecenin içinde ve donmuş topraklar üstünde, yirmi cesedin yanı başındalardı çünkü kainat onları anlaşılmaz ve karmakarışık bir bağ ile bağlamıştı. Kız oğlanı son kez bulduğundaysa... Elleri onu öldürmeye git...