Eliz, her yanı kaskatı halde gözlerini açtığında güneş öğle vakti asılı kaldığı tepeden batıya inişine henüz başlamıştı. Yüzü altın rengi tüylere gömülüydü ve kulağının dibinde huzur dolu hırıltılarla vahşi bir nefes soluyordu. Kendi kolları da altın rengi kurdun gür kürküne sarılmış, zavallı şekildeğiştirenin iki büklüm uyumasına sebep olacak gibi sarmıştı.
Kız ne zaman hayalet edasıyla kasvetli ruh haline yenilip yatağına yatsa Beri hemen üstüne atlar, bürünebildiği en tüylü, en sıcak ve en sevimli forma bürünür, onu iyileştirebilecekmiş kızın yanına kıvrılırdı. Eliz iyileşmezdi belki ama şekildeğiştiren dostunun varlığıyla düşsüz bir rüyaya dalar ve uyandığında zihni bir parça daha temiz ve net olurdu.
Beri’yi uyandırmamaya özen göstererek kalktı ve kabarıp çalı süpürgesinden beter hale gelmiş saçlarını ehlileştirmek için buz gibi suya girdi. Kolundaki bandajların hepsini söktü ve yalancı ateşin altında cildindeki izleri inceledi. Beklediği şey irin dolmuş, korkunç yaralardı. Karşılaştığı şeyse sanki teni üstünde belli belirsiz uzanan incecik gümüşi izler oldu. Her bir pençe izi öylesine muntazam iyileşmiş, zehirden öylesine güzel arınmıştı ki Eliz'in başına gelenleri bilmeyen biri bu yaranın iki üç günlük olduğuna hayatta inanmazdı.
İblis yüzünden delirmiş bir iyenin açtığı yaralar yine iblis büyüleriyle iyileşmişti.
Eliz ondan bu yüzden bir kez daha tutkuyla nefret etti.
Derin bir nefes verip zihninin üstüne sükunet örtülerini çekti ve sessizce saçlarının düğüm olmuş buklelerini parmaklarıyla tarayıp açtı. Evet, Harmantoru gelip çatmıştı. Arbuzlu bir yelkanlı olarak bir bayrama en iyi haliyle ve en hoş kıyafetleriyle katılması için çocukluğu boyunca kıza büyükleri tarafından nasihatler verilmişti. Gerçi… Bu bayrama iyi veya hoş katılması için bir sebebi yoktu.
Ama hesap soracaktı. Nadir’den. Ve düşünecekti. Bunu yaparken de paspal görünmeyecekti.
Ucundan şıp şıp su damlayan buklelerini omzunun üstüne çekip Darhanga’ya taşındığı zaman geride unuttuğu için kendine kızmaktan asla vazgeçmediği makyaj çantasını dolaptan aldı ve alt kata indi. Alt katta çoğunlukla Alyaz’ın kullandığı eski ve mutlak surette tadilata girmesi gerekecek bir mutfakları, Eliz’in dekore ettiği ve işinden son derece mutlu olduğu ferah salonları, ufak çamaşır odaları ve Eliz’in fayanslarından tüm ruhuyla nefret ettiği diğer banyoları vardı. Dışarıdan gelen bir yabancı sırf alt kata bakarak iki kız kardeşin birbirlerinden ne kadar da farklı olduğunu anlayabilirdi aslında. Eliz’in elinin değdiği yerler sadeydi, renkler uyumluydu, az ama öz eşyalıydı. Alyaz… Ah Alyaz… Alyaz’ın adım attığı yerlerde korkunç bir karmaşa hakim olurdu ki…
Eliz’in neredeyse yirmi ikisine gireceği şu aylarda halen yemek yapamamasının tek suçlusu ablası ve dağınık bıraktığı mutfağıydı.
Ve görünüşe bakılırsa Alyaz bu kez salonu da dağıtmıştı. Ama Eliz son birkaç günde o kadar öfkelenmişti ki geride harekete geçirebileceği hiçbir sinir teli kalmamıştı. Bu yüzden yatağı yerine koltuğun üstünde uyuyakalmış, bir bacağı aşağı sarkan ablasının yanından geçip ayna karşısında yüzündeki yorgunluğu ve sinir harbinden geriye kalan çirkin kanıtları saklamaya koyuldu.
Pudrayı yüzüne vurdukça, ucu mürekkebe bulanmış fırçayla kirpiklerini ve gözlerinin çevresini boyadıkça, yanaklarını ve dudaklarını renklendirdikçe zihnindeki çarklar yavaş yavaş dönmeye başladı.
Mara’Ma. Bu, güneyli bir iblissoylu ismiydi ve kızın bildiği kadarıyla sondaki hece bir soy ismi vazifesi görüyordu. Öyleyse kadının adı Mara idi. Mara.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KEMİK VE GECEDEN
ФэнтезиKız oğlanı ilk kez bulduğunda sonsuz bir gecenin içinde ve donmuş topraklar üstünde, yirmi cesedin yanı başındalardı çünkü kainat onları anlaşılmaz ve karmakarışık bir bağ ile bağlamıştı. Kız oğlanı son kez bulduğundaysa... Elleri onu öldürmeye git...