Sonraki üç gün tıpkı ateşli bir hastalık esnasında gördüğü tuhaf rüyalar gibi bölük pörçük halde geçti. Şafak vakti gün doğumunu Sayran'ın pencerelerinden bütünüyle farklı tüllere sahip penceresinden izlerken uyanıyor ve fazla direnemeden gözleri kapanıyordu. Yeniden uyandığında çoktan gece yarısı karanlığı çökmüş, yalancı ateşin gölgelerinin vurduğu loş, yabancı yatak odasında buluyordu kendini.
Oda? Gerçekten, en son Hudut'a gitmemişler miydi? Ne ara geri dönmüşlerdi?
Ev neden bu kadar sessizdi?
Bu gibi çok basit soruları sorabilecek kadar ayılabilmesi için tam üç gün gerekti çünkü sahip olduğu tüm kuvveti tüketmiş gibiydi. Halsizdi. Bitkin. Her bir kas telciği ağrıyor ve kemiklerinin içi sanki tüm payı ondan zorla çekilip alınmış gibi tuhaf bir boşluk hissiyle sızlıyordu. Dayanılacak gibi değildi. Ki, dayanamadığı anda zihnindeki şalterler bir anda iniyor ve onlarca saatlik uykusuna dalıyordu.
Üç gün boyunca tek bir şeyi yapabilmişti Eliz: Yanından bir an olsun ayırmadığı kemiği sakladığı yerden çıkarmış ve kemiğe sıkı sıkı tutunarak naçizin içindeki ham gücü yakınında tutmaya çalışmıştı. Neden? Pek fikri yoktu. Peşine asla kurtulamayacağı yırtıcılar takılmış bir av hayvanının koşulsuz şartsız sarıldığı içgüdüleri gibiydi o kemiği baş ucunda tutma arzusu. Kemik sıcaktı. Güvenilirdi. Parmak uçlarını yoklayan titreşimlerle neredeyse -hayır, neredeyse değil, tamamen- aynı güçteydi ve bu... O kabus gibi anlarda kızın hissetmeye tahammül edebildiği ve ihtiyacını çektiği tek şeydi.
Bir alemin sınırlarını genişletmek, Eliz'in tüm gücünü yiyip bitirmiş olmalıydı. Ve Harmantoru'da göğsünün tam orta yerinde beliren çatlakların ne kadar kötü hale geldiğine bakmasına ihtiyaç yoktu. Eskisinin ucuna eklenen her bir çatlağı duyabiliyordu çünkü. Uykuya hemen dalmadan önce, gözleri ağırlaştığı vakit konuşan -asla susmayan, sesleri kısılsa bile fısıldamaya devam eden- sesler zihnini işgal ediyordu.
İşte pay. İşte büyünün kefareti.
Neyi neden yaptığını bilmese de kemiğe tutunmak işe yaradı. Üçüncü günde yeniden uykuya dalmaya direndi, ayaklandı ve bu yabancı evi biraz gezdi. Ufacık, kutu gibi bir kulübeydi burası ve Sayran'ın evi'nin biraz ötesindeydi. Çıtır çıtır yanan şömineli ufak bir yatak odası, içinde tek sandalyesi ve minik bir sehpası olan mutfak ile bir sepet içinde Eliz'in kırmızı işlemeli hırkasının, diğer bir sepet içinde de daha kalın bir hırka ile kıza muhtemelen büyük gelecek birkaç parça giysinin bulunduğu banyo.
Ve tabii ki yatağının başına konulmuş Gümüşkitap. Bir isim ve bir defter. Kızın teorik fizik kitapları kadar kalındı bu defter. Şömizli cildi tel tel çekilmiş gümüşlerin örülmesi ile oluşturulmuştu ve defterin kendisi bile tuğla kadar ağırdı. İşte, aradıkları çözüm. İşte, uğruna bunca zahmete katlandıkları meşhur defter.
İşte, bir önceki hayatından kalan tüm büyüler.
Sırtından ürperti indi. Hayır. Deftere şimdilik bakmayacaktı çünkü defteri asıl isteyen Erez yoktu burada.
Yine de bu yeni yerin yabancılığı biraz olsun korkutmadı onu çünkü duvarlarına en az kendi el yazısı kadar iyi bildiği rünler işlenmiş ve iç kapının eşiğine en az kendi eli kadar iyi bildiği bir el izi kondurulmuştu. Büyüyü dışarıda değil, içeride tutan ve genelde uğruna fazla güç harcanması gereken ritüelleri yapan büyücülerin kendilerini pay yorgunluğundan korumak için kullandıkları kısa büyülere ve pay niceliğini gizleyen bir saklama çemberine adanmıştı bu el izi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KEMİK VE GECEDEN
FantasyKız oğlanı ilk kez bulduğunda sonsuz bir gecenin içinde ve donmuş topraklar üstünde, yirmi cesedin yanı başındalardı çünkü kainat onları anlaşılmaz ve karmakarışık bir bağ ile bağlamıştı. Kız oğlanı son kez bulduğundaysa... Elleri onu öldürmeye git...