※27※ sonunda kaderimizde yine birbirimizi parçalamak, yok etmek yazılıydı

18 5 3
                                    

Kızın bileklerine dolanan, dengesini bozup kızı yere düşüren karanlık, Eliz’in bildiği, emirlerine uyan karanlık değildi. Daha vahşiydi. Daha ilkeldi. Çok daha güçlü ve çok daha yırtıcıydı. Gözleri hiçbir şey görmez halde sürüklendi. Ya da düştü. Neresi aşağıydı? Neresi zemindi? Ufacık da olsa bir şeyi kavrayabilmek için ellerini öne uzattı Eliz.

Ama karanlık parmaklarını ısırdı.

Yere böyle çakıldı.

Saatler geçmiş olabilirdi. Ya da günler. Hatta yıllar. Pek önemi yoktu bunun. Önemli olan şey… Pencerenin üstüne çakılı tahtaların arasından üstüne vuran öğleden sonra güneşi ve ışık altında görünür olmuş bir yığın uçuşan tozdu. Işık sıcaktı ama misafirperver değildi. Üstünde yattığı ahşap döşemeler gibi. İçinde bulunduğu ev gibi. Evin kendiyle birlikte sürüklediği boyut gibi.

Omuzuna sıcak bir avuç dokundu ve gövdesini hafifçe sarstı. “Eliz,” dedi güzel bir ses. Onunla konuşan hoş ses dışında hiçbir şeyin ses çıkartmaması ne kadar acayipti! Halbuki… Öğle güneşinde kuşların cıvıldaması gerekmez miydi? Ya da rüzgarın uğuldaması? “Kendine gel.”

Doğrulurken avuçlarını dayadığı döşemeler dahi korkunç bir sessizlik içinde Eliz’in ağırlığını taşıdı. Gözlerini kırpıştırıp çevresine bakındı kız. Erez hemen yanında diz çökmüştü ama duruşu bir saldırı bekliyormuş gibi temkinli, kasları her an bıçağını ya da büyüsünü kullanacakmış gibi gergindi.

Böylesine tetikte kalması için pek çok haklı sebep vardı çevrelerinde. Sina’nın ikisini ittirdiği ev yıkıldı yıkılacak bir harabe, ormana karışmış bir yıkıntı iken içinde bulundukları salon kızın tüylerini diken diken edecek şekilde tertipliydi çünkü… Birinin burada yaşamış olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktu: Ne bir koltuk, ne bir sehpa ne de bir halı… Buna rağmen kızın üstüne çakıldığına emin olduğu döşemeler sanki saniyeler önce silinip cilalanmış gibi temiz, ufacık sesi dahi açlıkla içen duvarlar yeni inşa edilmiş gibi düzgündü. Ne küf kokusu vardı ne de rutubet. 

Sırtından geçen ürperti ile tüyleri diken diken oldu kızın. Derhal doğrulup oturdu. “Burası… Aynı ev değil, değil mi?”

Genç adam boş odayı ve odanın köşesinden birden karanlığa gömülen koridoru izleyip sıkıntılı bir nefes çekti içine. “Hayır, değil.”

Nasıl olur bu? Eliz parmaklarını döşemeye sürttü. Ama parmak uçlarına biraz olsun toz bulaşmadı. “Sina bizi Navhir’in bahsettiği katlardan birine atmış olamaz mı?”

“Öyle olsaydı hala büyü yapabiliyor olurdum.” dedi Erez neredeyse duyulmayacak bir sesle. 

Eliz aniden Erez’e döndü. “Ne?”

Ama genç adam ona değil, ellerine çevirdi gözlerini. Yarım saat önce sanki kaynağı kemikleriymiş gibi ellerinden akan ve maharetle şekillendirdiği ışık zerreleri bu defa teninden kaçarcasına uzaklaştı, parmakları çevresinde kolayca bükülen kaos birden bire susuverdi. 

Ama Eliz… Hayır, Eliz hissediyordu büyüyü. Evin kendisi büyüydü çünkü. Üstünde durduğu döşemeler, çevrelerini kuşatan duvar, pencereden süzülen gün ışığı, koridorun bir ucunu geçilmemesi için örtmüş karanlık… Bunların her biri büyüydü ve renkleri zihninin gerilerinde, soluk da olsa oynaşıp varlığını kıza belli ediyordu. O yaramaz karanlığa emretse karanlık kızın söylediklerine uymazdı belki ama yine de karanlığı kendine çekip güç alabilir, duvarların değişmezliğini ve durgunluğunu kemiklerine depolayabilirdi Eliz. Ama elleri…

KEMİK VE GECEDENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin