※19※ işte geçmişim, işte şimdim, işte geleceğim

23 6 11
                                    

Bedeni kırıldıktan sonraki ilk uykusu Eliz’e eziyet verici bir yavaşlıkta geldi. Çünkü her şey çok parlaktı artık. Gözlerini kamaştıracak kadar canlı. Zihnini kör edecek kadar renkli. Odasının örtülü camları ardındaki korunun iğne yapraklarında akan yaşam, kapalı gözlerini berrak bir yeşille, odasının baktığı cephenin altında kalan sundurmaya yuva yapmış kerkenezlerin kalp atışları yoğun bir turuncuyla yakıyordu payını.

Yaşamın içinden akıp giden Denge zerreleri kıza uzun bir süre rahat vermedi. Ne gözüne ilişenler de göğsünün ortasında kızıl-mor bir gül gibi açmış çatlakları.

Alyaz’a ses etmeden kendini banyoya kilitleyip cildine bakmaya cüret ettiğinde yapabildiği tek şey hıçkırığını bastırmak için elini dudaklarının üstüne kapatmak oldu. Delilik ve gücün o korkunç goncası kaburga kemiklerinin üstünden dallar vermiş ve gövdesinin yanlarına uzanmıştı çoktan. Bazısı sırtına ulaşıp omurgasına tırmanmaya başlamıştı. Bazısı yönünü aşağı kırıp leğen kemiğine tutunmuştu. 

Ne kadar dayanabilecekti böylesi ürkütücü bir kırığa?

Ne zaman zihni ona oyun oynamaya başlayacaktı?

Son sorunun cevabını yola çıkmadan önceki gece nihayet uyuyabildiğinde öğrendi Eliz. Tuhaf, çok tuhaf bir rüyayla. Kabus ya da gece felci değildi bu. Netti. Sesleri ve renkleriyle canlıydı. Ve her bir detay gözlerini çevirdiği yerde duruyordu öylece.

Ufaktı. Yetişkin bir adamın omuzları üstüne oturmuş, adamın kafasının üstünden biten ve meşe dallarına benzeyen boynuzları tutmuştu minik, esmer elleri. Ne kadar zayıf parmakları vardı! Eline kalem verseler, şuncacık kalemin ağırlığını dahi taşıyamayacaktı sanki parmakları. 

Boynuzlu adam hareket ediyordu. Önlerinde koskocaman, üstü orman gülleri ve yabani ahududu çalılarıyla dolu bir tepelik ve tepeliğin üstünde yılan gibi kıvrılan bir patika uzanıyordu. Tepelerin ardında da pofuduk, kül rengi bulutlar arkasından saçtığı ışıkla parıltılarla dolmuş koskocaman bir okyanus. 

Kürdan kadar ince parmaklarını tutunduğu boynuzdan bir an olsun çekmeden geriye baktı. İki dev tepe tarafından her an ham diye yutuluverecekmiş gibi duran, sarp kayalıkların ve saydam bulutların altında sıkışmış bir şehir saklanıyordu o vadide. Ormanlarca, çaylarca, kocaman mantarların şapkalarınca işgal edilmişti şehir. Buna rağmen renkliydi. Ve her bir adımda şehirden uzaklaşmalarına rağmen çiçeksi rüzgarlar kıza şehrin sesini taşıyordu: Endişe dolu fısıltılar. Meraklı mırıltılar.

Adam nihayet görece düzlük yere vardığında nefes nefese kalmış ve terden sırılsıklam olmuştu. Buna rağmen güldü ve başını hafifçe çevirip kıza baktı. “Manzarayı beğendin mi bakalım?”

Başını hevesle salladı kız ve ancak beş altı yaşındaki bir kıza ait olabilecek cıvıl cıvıl sesiyle konuştu: “Hı-hı! Rava beni buraya hiç getirmemişti.”

Adam gülümsedi. “Abin doğru olanı yapmış. Çünkü yol hayli engebeli.”

Dudağını büktü kız. “Ve ben de çok çabuk yoruluyorum.” Ama kız bunu söylememiş olmayı diledi. Sanki… Söylediği şey adamı üzmüş, susturmuştu. Doğru ya, hastalıktan bahsetmemek gerekiyordu. Hastalık anne ve babayı üzüyordu. Neşeli bir tavır takındı -ki bunun yalan olduğu hareketinin ilk anından belliydi- ve parmakları kadar ince bacaklarını salladı. “Baba?” dedi serçe gibi çıkan sesiyle. “Sahile mi gideceğiz? Niye dağa tırmandık?”

“Hayır, seni başka bir yere götüreceğim.”

“Ya? Halama mı gideceğiz?”

Adam güldü. “Hayır, ama onun konağına yakın bir yere gideceğiz.”

KEMİK VE GECEDENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin