Mat - 14. Bölüm

188 12 0
                                    


'Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni.'
                                                                                        Fatih Sultan Mehmet.


URAZ

İstanbul'da doğmuş, büyümüş ama yaşamamıştım. Bunu anlamam için birkaç saat tur rehberliği yapmam yetti de arttı. Tüm yolları, ara kaçışları, trafiksiz yaşamı biliyordum ama tarihi mekanlara ilk kez ayak basıyordum. Ayasofya'nın kubbesinin havada asılı gibi durduğunu, Topkapı Sarayı'na hem karadan hem denizden ulaşım olduğunu, Sultanahmet camiinin altı tane minaresinin bir ilk olduğunu bilmiyordum. Ayşin gezdiğimiz yerlerin tarihçesini anlatırken, belki de ilk kez İngilizce bilmemenin eksikliğini hissetmiştim. Boş gelmiş, boş gidiyordum bu dünyada...
Otobüsün durmasıyla nereye geldiğimize baktım. Boğaz turu yapacak olmamız tamamen aklımdan çıkmıştı. Ayaklarıma inen kara sular, umarım deniz sayesinde boşalır ve beni rahatlatırdı.
''Uraz, ben sizi bir saat sonra buradan alırım.''
''Eyvallah İlyas Abi.''
Ayşin İngilizce bir şeyler anlatmaya başladı. Tekneyi kontrol etmek için otobüsün kapılarının açılmasıyla kendimi dışarı attım. Soğuk rüzgarlar, deniz etkisiyle sersemletici bir hal almıştı. Sanki gözle göremediğim bir rakibe karşı direniyordum. Montumun yakasını boğazıma kadar çektim. Cebime tıkıştırdığım bereyi başıma geçirdikten sonra ellerimi boşalan yerlere soktum. Otobüsteki turistler yavaş yavaş inmeye başlayınca gözlerimi iskeleye çevirdim. Yanaşmış tek bir tekne duruyordu. Üzerinde yazan ismi okumaya çalıştım: Manolya. Telefonu elime alıp, konuştuğum kaptanın attığı mesajı açtım.

Gönderen: 0532 467 78..
Saat 17.00'da Manolya'mla Eminönü iskelesinde olacağım. İsmail Kaptan.

Alaycı bir ifadeyle gülümsedim. Teknesine karısı muamelesi yapan kaptanları, karılarına nasıl davranıyorlardı acaba? Bacağıma dolanan soğuğa aldırış etmeden yürümeye başladım. Teknenin ıssızlığı dikkatimden kaçmadı. Manolyasını yalnız mı bırakmıştı? Tövbe yarabbim ne saçmalıyorum ben.
''Selamın Aleyküm!''
Tekneye doğru seslendim. Güverteye çıkan kimse olmayınca tekneye atladım. ''Kimse var mı?'' En ufak bir yaşam belirtisi yoktu. Tek hareket teknenin dalgalarla dansıydı ve lanet olasıca sallantı yüzünden adam akıllı yürümek zordu.
''Hey!''
''Hop!'' diyerek bir adam kameradan çıktı. Orta yaşların başındaki adamın düzgün giyimi dikkatimi çekti. Kafamdaki kaptan kılıfına uymayan adam, baştan aşağı beni süzdü. ''Buyur delikanlı.'' Telefonda konuştuğum adamın o olup olmadığını anlamak için ''İsmail Kaptan?'' diye seslendim. Adam sorgular bir şekilde kaşlarını çattı.
''Benim. Sen kimsin?''
Aramızda oluşan gerilimin nedenini anlamasam da ''Uraz,'' diye cevap verdim. ''Telefonda konuşmuştuk.'' Adam ismimi duyar duymaz, sanki kırk yıldır tanıdığı biriyle karşılaşmış gibi gülümsedi. ''Oo. evlat. Telefonda sesin daha kalın çıkıyordu. Açıkçası karşıma böyle bıçkın bir delikanlının geleceğini düşünmemiştim. Son yarım saattir gelen tinercilerden biri sandım seni.'' Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Adam resmen ayaküstü bana tinerci sıfatını yakıştırmıştı. Pardon genç ve tinerci.
''Eyvallah.''
Kaptan kırdığı potu fark etmiş olacak ki ''Yanlış anlama delikanlı,'' dedi. ''Yüzündeki yara bereler ve renk değişimleri kafamı karıştırdı. Yoksa giyinişi-''
''Sadece ölümden döndüm. Tinerle falan işim olmaz.''
Adam mahcup bir ifadeyle geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra arkamdaki kalabalığı kontrol etti. ''Hava biraz soğuk. Umarım misafirleriniz turdan keyif alırlar.'' Onunla beraber bende arkamı döndüm. İlk düşündüğüm şeyse yer fıstığının üşüyüp üşümeyeceğiydi. ''İçeride zaten kalorifer yanıyor. Dışarı da oturursanız ufoları yakarsınız.''
Kafile tekneye doğru yürümeye başlayınca ''Ben motorları çalıştırayım,'' diyen adam yanımdan ayrıldı. Bende teknenin ucuna doğru ilerledim. Motorlardan güçlü bir kükreme duyuldu. Ayşin, Thomas denen adama bir şeyler anlatarak yürüyordu. İngilizceyi ana dili gibi konuştuğuna şahit olmak gurur vericiydi. Öte yandan kendimin bir bok bilmediğini düşünürsek, ezilmemek elde değildi. Bir adım arkalarındaki kızınsa gözleri saatlerdir olduğu gibi üzerimdeydi. Dikkatimi çeken, göz göze geldiğimizde bakışlarını kaçırmayacak kadar cesaretli oluşuydu. Burnundan kıl aldırmayacak gibi bir imaj çizmeye çalışsa da bakışları içindeki çelişkiyi fazlasıyla belli ediyordu. Ne şiş yansın ne kebap. Sanırım kadınların en büyük özelliği buydu.
Gözlerimle herkesin tam olup olmadığını kontrol ettim. O sırada en arkada, kalabalıktan bir metre uzak yürüyen zibidi görüş alanıma girdi. Yumruklarım montumun ceplerini zorlamaya başladı. Tüm tur boyunca gözlerini, yer fıstığının üzerinden ayırmamıştı. Hiçbir şey konuşmasa da, dikkatle dinliyor, izliyordu. Lanet olasıca yaydığı elektrik, bu çocuğa karşı temkinli olmam gerektiğini söylüyordu. Özellikle de yer fıstığı konusunda...
''Uraz.''
Düşüncelere o kadar çok dalmıştım ki Ayşin'in yanıma gelişini görmemiştim. Endişesi gözlerinden okunuyordu. ''Bir terslik mi var?'' Konuyu değiştirmek için ''Açık alanda mı oturacaklar, kapalı alanda mı?'' diye sordum. Ayşin arkasını dönüp, kızını tekneye bindiren Thomas'a bir şeyler söyledi. Adam önce kızına, daha sonra da arkadakilere bir şeyler sordu. Kulaktan kulağa oyunundaymışız gibi hissetmeme neden oluyorlardı. Aldığı cevaplar karşısında yer fıstığına cevap verdi. Gülümsemeye çalışarak karşılık veren Ayşin, en sonunda bana döndü ama gülümsemesinden eser kalmamıştı.
''Açık alanda oturmak istiyorlarmış.''
Gözlerinde hala az önceki olayı araştıran bir gazeteci bakışı vardı. ''Ufoya yakın bir yere otur.'' Tek kaşını kaldırarak bana baktı. Arkasındaki kalabalığı bakışlarımla işaret ettim. Derin bir nefes alıp arkasını döndü. Nedense bu işin burada bitmediğini hissediyordum.
Yer fıstığı önden giderek gelen kalabalığa yol gösterdi. Zar zor yürüyen insanlar merdivenleri tırmanarak yukarıdaki açık alana çıktılar. Thomas'ın kızı önümden geçerken kaçamak bir bakış attı. Tek kaşım 'Ne var?' der gibi hafifçe seğirdi ve bu kızı korkutmak yerine gülümsetti. Nerede cins varsa onları çektiğim daha da tescillenemezdi.
Ya sabır çekerek Kaptan'ın yanına doğru ilerledim. Önündeki değişik düğmeleri açıp kapatarak ayar yapan adam, benim geldiğimi bakmadan anlamış gibi ''Herkes tamam mı?'' diye sordu.
''Tamam Kaptan.''
''Gezdiğimiz yerlerin tanıtımını ben yapacağım.''
''İngilizce mi?''
Eğlenceli bir bakış atan adam ''Türkçe biliyorlarsa, işim kolaylaşır,'' dedi. Benimle bu tarz konuşmaya devam ederse, açıklarda bir yerde demir yerine onu atacaktım.
''Bir şey olursa, yukarıdayım.''
''Bir şey olursa, Allah'ta yukarıda. Dertlenme. Gezinin tadını çıkar.''
Onu taklit eden, yapmacık bir gülüşle karşılık verdim. Arkamı döner dönmezse birkaç küfür mırıldandım. Tekne hareket etmeye başlarken yürümek biraz daha zorlandı. Çünkü koca teneke parçası dalgaların hareketine karşı direniyordu. Güç bela merdivenlere ulaştım ve tek tek basamakları tırmandım.
Zirveye ulaşmamla yüzüme çarpan rüzgar tokattan farksızdı. Sersemledim. Bu havada açık alan tercih etmelerini sorgularken herkesin halinden memnun olduğunu fark ettim. Bir kişi hariç; yer fıstığı. Soğuktan büzüşmüş, ufak bedenini daha da küçük bir hale getirmişti. Söylediğim gibi ufonun altındaydı ama nedense biri bile yakmayı akıl edememişti. Baştan başlayarak tek tek ufoları yaktım. O sırada bir hareketlilik dikkatimi çekti. Ufonun ayarını yaparken başımı o tarafa doğru çevirdim. Satanistten bozma piç, montunu çıkarmış Ayşin'in önünde duruyordu. Rüzgârdan ne konuştuklarını anlayamıyordum. Hoş, rüzgâr olmasa da anlamayacaktım. Kahrolasıca yabancı dil!
Tobias denen it, montunu Ayşin'in omuzlarına yerleştirdi. Elleri birbirine mi değilmişti?! Yer fıstığı pes etmiş gibi gözüküyordu. Kibar ve minnet dolu bir şekilde gülümsedi ve bu hareketi bekliyormuş gibi nevrim pervane gibi dönmeye başladı.
''Lan!''
Rüzgarı bile delip geçecek bir sesle bağırdım. Herkesin dikkati benim üzerime çevrildi ama benimki tek bir kişiyi odak noktası belirledi. Üzerine doğru yürümeye başladım. ''Kimsin lan sen?!'' Parmak uçlarım karıncalanıyor, bu hissi geçirmek istercesine yumruğumu açıp kapatıyordum.
''Uraz, Uraz, Uraz,'' diyerek yerinden kalkan yer fıstığı bana doğru koştu ve bön bön bakan çocukla aramıza girdi. Ellerini göğsümün üzerine yerleştirdi. Beni durduracak boyut ve cüssede değildi. Yine de fren mekanizmamı çalıştıracak güçteydi. Tüm gözleri üzerimde hissediyordum. Konuşmalardansa bir bok anlamıyordum. Bu işe devam edeceksem, en kısa zamanda şu sikimsonik dili öğrenmek zorundaydım.
''Ne oluyor?''
Bakışlarımı sert bir şekilde yer fıstığına çevirdim. Omuzlarındaki mont, sabrımı fazlasıyla zorluyordu. ''Sana dokunmasına nasıl izin verirsin?'' Afallamış bir şekilde yüzümü inceledi. Montu tek hareketimle omuzlarından alıp ilerde duran çocuğun yüzüne fırlattım. Havada yakalarken donuk yüz hatlarıyla bana baktı ama o gözleri, içindeki öfkeyi fazlasıyla belli ediyordu.
''Sen kime öyle bakıyorsun lan?''
Kükreyerek ileri doğru yürümeye çalıştım. Ayşin göğsümde duran ellerini biraz daha bastırarak ''Ne oluyor Uraz? Ne oluyor?!'' diye bağırdı. Dişlerimi ve yumruklarımı sıkarak kendimi durdurmaya çalıştım. Gözlerim dehşete kapılmış gibi duran yer fıstığına çevrildi.
''Yabancılardan bir şey kabul etme diye uyarmadı mı anan baban seni?!''
Soğuktan morarmaya başlayan dudakları hafifçe aralandı. Üzerimdeki montun fermuarını açtım. ''Ne yapıyorsun?'' diye sordu. Daha fazla konuşmasına fırsat vermeden montu üzerimden çıkardım ve onun üzerine geçirip sıkı sıkıya sardım. ''Uraz üşüyeceksin.'' O kadar öfkeliydim ki, içimde yanan ateş bir zırh gibi beni çevrelemişti. En ufak bir soğuk hissetmiyordum. Cevap vermeden fermuarını boğazına kadar çektim. Montumun içinde kayboluşunu izlerken elini yakaladım ve onu çocuktan uzak bir ufonun altına çektim.
''Burada otur ve tur bitene kadar kalkma.''
Kafası karışmış bir şekilde beni baştan aşağı süzdü. ''Uraz, hasta olacaksın.'' Şu an konumuz ben değildim. Ona doğru eğildim. Dalgaların hareketinden dolayı bu pozisyonda durmak zordu. Arkasındaki demirlere ellerimi yerleştirdim. Geriye doğru yaslansa da aramızdaki mesafeyi açamadı. Hem korku, hem de şaşkınlık dolu bakışları yüzümde dolaştı.
''Ur-az,'' dedi tereddüt ederek. Sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Rüzgârın savurduğu saçlarından yayılan hanımeli kokusu burnuma nufüz etti. Sakinlik, kapılarını aralayıp ruhumu içeri davet etti. Yine de ayaklarıma dolanan öfke, içeri girmemi zorlaştırıyordu. Biraz daha burada durursam bu ikilem, ikimizi de mahvedecekti.
''Bu işe devam etmemizi istiyorsan, o çocuğu kendinden uzak tut.''

ŞAH MAT (TAMAMLANDI) +18Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin