URAZ
"Anlatmayacak mısın artık?!"
Ayşinler yanımızdan ayrıldığı andan itibaren susmayan Sarı'ya, eve girene kadar konuşmaması halinde her şeyi anlatacağımı söylemiştim. Huzurlu bir yolculuk yaptığımızı düşünüyordum ama belli ki Cankut bana katılmıyordu. Eve kadar kendini zor zapt etmiş olmalı ki, daha kapının kilidini çevirirken konuşmaya başladı. Sanırım bu gece düşündüğümden de uzun geçecekti.
"Önce eve girsek mi?"
Sıkıntımı belli edercesine derin bir nefes aldım ve ardından terslercesine yüzüne baktım. Cankut mızmız bir çocuk gibi kollarını göğsünün üzerinde bağladı ve duvara yaslandı. "Senin özel mülkünün sınırları içerisindeyiz. Bak kapına dokunuyorsun. Evde sayılırız." Bu sefer cevap vermedim. Önüme dönüp kapıyı açtım ve evimin kendine has olan kokusunun beni sarmasına izin verdim.
Bavulumu sürükleyerek kapının kenarına bıraktım. Ayakkabılarımı çıkardığım gibi, odaları gezerek alışkanlık haline dönüşen kontrolümü yaptım. Cankut'un salona geçtiğini duyabiliyordum. Havanın soğukluğuna rağmen camı açtığını da.
"Aç mısın?"
Şu anda hayalini kurduğum tek şey, kendi yatağımda özlediğim uykuya dalmaktı. Çok yorgundum. Uçaktaki gerginliğimin kaslarıma etkisini hissedince, üzerimdekilerden kurtulup banyo yapma fikir de gözüme fena gözükmedi. Gri kapüşonlu mu çıkarmak için hamle yaptım. Fakat tüm yol boyunca omzumda yatan Ayşin'in üzerime yerleşen kokusunu fark ettiğim an duraksadım. Başımı sağ omuzuma doğru çevirdim. Hanımeli kokusu, bedenimdeki tüm yorgunluğu çekip aldı.
"Hu hu!"
Kapımı tıklatıp başını içeri uzatan Sarı "Aç mısın?" diye sordu. Hayır anlamında başımı salladım. "Tamam o zaman. Ben sandviçimi hazırlayana kadar ne yapacaksan yap. Salonda buluşalım." Cevap vermemi beklemeden geriye çekildi. Ne olduğunu öğrenmeden bu geceyi bitirmeyecekti. Neyi bu kadar merak ediyordu ki?
Kıyafetlerimi değiştirmekten vazgeçip kendimi yatağa bıraktım. Yastıklarımdan birine sarıldım. Gözlerimi kapatıp hafifçe burnuma dolan kokuya odaklanmaya çalıştım. Zihnimde beliren anlar bir şeylerin eksik olduğunu hissettiriyordu. Kokusu buradaydı ama sıcaklığı yoktu. Parmak uçlarıma değen soğuk bir yastık kılıfıydı. Sürekli dönerek hareket eden, yorganı kendi üzerine çekerken mırıltılar çıkaran, ayakları ayaklarıma temas etmediği anda uyanan biri yoktu. Buna alışacağımı düşünmemiştim ama sanırım bende onsuz uyumakta zorlanacaktım.
"Ben hazırım."
Cankut'un içeriden seslenişiyle bıkkın bir şekilde yataktan kalktım. Odadan çıktığımda gözüm, kısmen aralık olan karşı kapıya takıldı. Spor odasını kontrol ettiğimi hatırlamıyordum. Kapısını aralık bıraktığımı da...
Bir anda üzerimde oluşan tedirginlik odayı kontrol etmemi söylüyordu. Oysa, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, bilmem kaçıncı katta olan dairemin anahtarı benden başka kimsede yoktu. Kapıda zorlanma yoktu. Pencereden girilmesi imkânsızdı. Yine de içimin rahatlaması için odanın kapısını elimle ittim. Koridorun ışığı, loş bir şekilde spor aletlerinin üzerine düştü. Her şey bıraktığım gibiydi. Işığı yakıp etrafı kolaçan ettim. Eksik, farklı, beni endişelendirecek hiçbir değişiklik yoktu. Gözüme çarpan kum torbası, bana aramam gereken kişiyi hatırlattı. Cankut'la konuşacağımız konunun yönü biraz değişecekti.
Işığı kapatıp, odadan çıktım. Kapıyı kapattığıma emin olduktan sonra salona doğru ilerledim. Masa başında yaptığı sandviçle haşır neşir olan Cankut'un "Hele şükür!" dedi. Ağzını öyle bir doldurmuştu ki, saçılan kırıntıları zor engelliyordu. Soğuk olduğu bardağın buğusundan belli olan kolasını tek seferde kafama diktim.
"Ya! Söyleseydin sana da getirirdim."
Boş bardağı masaya geri koyarken "Kobra'nın nesi var?" diye sordum. Konudan konuya geçişim kafasını karıştırmış gibi bana baktı. Yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. "Ne gibi bir farklılık?" Gözlerini kısarak "Önce bana istediğimi ver ki Çemberin Efendisi, bende sana vereyim," dedi. Gerçekten mi? Yüzüklerin Efendisi geyiği mi yapıyordu? Şu anda mı?
Bana kurnazlıkla bakan gözlerine gerekli cevabı vermiş olacağım ki, ağzındaki lokmayı bitirir bitirmez "Geçen gün Patron'un eski mekânlarından birinde karşılaştık," dedi. Doğru mu duymuştum? Dövüş mü izlemeye gitmişti?
"Senin orada ne işin vardı?"
Sesimdeki sertliği ya da çenemin savunmacı bir şekilde kasılmasını engelleyemedim. "Hadi ama Uraz. Eğlenmek benim de hakkım değil mi?" Hakkıydı ama bu şekilde değil. Konunun dağılmaması için neyse dercesine bir nefes aldım.
"Devam et."
Sandviçinden tekrar bir ısırık aldı. "Kobra'yı bilirsin," derken bir yandan da geviş getirir gibi lokmasını çiğniyordu. Benim önüme kadar saçılan kırıntılar, sabrımı gıdıklarken "Sarı!" diye uyardım. "Konuşmanı bitirdikten sonra zıkkımlansan nasıl olur?"
"Açım."
Ya sabır çekince "Tamam, tamam gerilme hemen," dedi. Ekmeği tabağa bırakıp ellerini hafifçe silkti. "Boğazıma dizdin zaten. Tok açın halinden ne anlar?" Bardakta kalan birkaç damlayı içmeye çalıştı. "Kola alabilir miyim?" Sabır testi falan mıydı bu? Neyi amaçlıyordu? Ne kadar sakin kalacağımı falan mı? "Bekle." Oyalanmasını göze alamadığım için mutfaktan kolayı ben aldım. Döndüğümde kaşla göz arasında yine ağzına bir lokma attığını fark ettim ama bu sefer tepki göstermek yerine sessiz kalmayı tercih ettim. O da bu durumu suiistimal etmemek adına kolasını doldururken hızlı hızlı çiğneyip yuttum.
"Kobra'nın gözü kulağı her yerdedir bilirsin. Özellikle de dövüş anında ama çok dalgın gözüküyordu. Sürekli hamleleri kaçırdı. Sanki kafası başka bir yerdeydi."
Bahsettiği adam, tanıdığım kişi olamazdı. Dövüş anlarında çemberin içindekiler dışında hiçbir şey düşünmezdi. En azından bu zamana kadar öyleydi.
"Beni fark ettiğinde gerildi. Rahatsız olduğunu o kadar net anladım ki. Gözleri saniyelik bir hareketle Patron'un locasına doğru kaydı. Sanırım seninle geldiğimi falan düşündü. Gözleri beni tararken mesaj veriyor gibiydi ama ne olduğunu çözemedim. Sürekli bakışma hattımıza birileri girip duruyordu. Tek anladığım şey, beni orada istemediğiydi."
Kolasından bir yudum almak için konuşmasına ara verdi. Demek Patron saklandığı delikten çıkmış, sahalara dönmüştü. Şaşırmış mıydım? Tabi ki hayır. İşleri uzaktan kumandayla halletmekten sıkılacağını adım kadar iyi biliyordum. Sadece zamanlama konusundan emin olamıyordum. O kadar...
"Bende o andan sonra durmadım zaten. Yalnız Patron'un yeni bir dövüşçüsü var, benden söylemesi. Bana biraz seni hatırlattı. Sadece biraz daha teknik dövüşüyor ama kısa zamanda gözde haline gelir bence."
Beni biriyle mi karşılaştırmıştı? Bu da yetmezmiş gibi, o kişiden bahsederken beğeniyle gözleri mi parlamıştı? Peki, bu neden beni bu kadar rahatsız etmişti? Kıskançlık tohumları yüreğime saçılmış gibi hissediyordum. Kimi kıskanacaktım ki ya da neyi? Dövüşçüyü mü? Yerimi alacak olmasını mı? Yoksa sadece o ortamı yaşayabilmesini mi? Adının haykırılmasını, çember ateşinin verdiği sıcaklığı hissetmesini, ağzında dolaşan kan tadının damarlarında dolaşan adrenaline karışmasını mı kıskanmıştım?
"Ne oldu?"
Yoldan çıkan dikkatimi asıl konumuza döndürürken "Hiç," diyerek masadan kalktım. "Sen yemeğine devam et." Telefonumu kotumun cebinden çıkartıp Kobra'nın numarasını tuşladım. Tek çalışta meşgule düştü. Saat düşünülürse şu an dövüş alanında olabilirdi. Hattının çekmeme ihtimalini göz önünde bulundurarak bir kere daha çaldırdım. Yine aynı dıtlama sesiyle karşılaşmam kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Bu müsait olmama durumu değildi. Numarasını mı değiştirmişti? Kendimi bildim bileli aynı olan numarasını değiştirdiğini umdum. Çünkü beni engellemiş olma ihtimali, işleri verdiğim sözün üzerine doğru sürüklerdi ve bu hiç durum hiç iyi yerlere varmazdı.
"Kobra'yla en son telefonda ne zaman konuştun?"
Cankut bilmiyorum der gibi omzunu silkerken "Neden? Kapalı mı?" diye sordu. Daha beteriydi. Tam cevap verecekken telefonumun çalması ve ekranda gördüğüm isim anlık gerilimimin üzerine su serpti.
"Kobra."
"Uraz."
Gürültülü bir sessizlik aramıza sızdı. Telefonun diğer ucunda duyduğum uğultu gittikçe azalıyordu. Çemberden, soyunma odalarına doğru yürüdüğünü tahmin ettiğim bir sessizlikti bu.
"İyi misin?"
"Sen iyi misin?"
Sorusuna soruyla karşılık vermem yine bir sessizliği aramıza soktu ama bu gizemli bir sessizlikti. "Pek sayılmaz. Bir şey mi oldu?" Kısık sesle konuşuyor olması merakımı daha çok kamçılıyordu.
"Onu sen söyleyeceksin."
"Söylenecek bir şey yok. Buradan uzak dur."
"Neden?"
"Burada işler çığırından çıktı Kurt. Patron, bambaşka bir halde geri döndü. Daha katı, bir o kadar da acımasız." Sürekli es vererek aramıza sessizlik sokuyordu. Bu da söylediklerini düşünme, zihnimde tartma fırsatı veriyordu. Patron'un her zaman katı kuralları vardı. Acımasızlık onun zırhıydı. Bu yeni bir şey değildi. "Dövüşleri, ölümle sonuçlandırmadan bitirmiyor. Bir dakika." Ama bu yeniydi. Ölüme yakınlaşılmasından hoşlanır ama hiçbir zaman ölümün bu durumdan galip ayrılmasına izin vermezdi. Onun için birinin yaşamını elinde tutmak, Tanrısaldı. Bu güçten vazgeçmesi için, daha önemli bir planı olmalıydı.
Ama ne?
Hışırtı seslerinin arasından Kobra'nın biriyle konuştuğunu işittim ama kim olduğu ya da ne hakkında konuştuklarıyla ilgili en ufak detay yakalayamadım. Koltuklardan birine çöktüğüm anda Cankut'la göz göze geldim. Ne olduğunu sordu. Sonra konuşuruz der gibi başımı salladım. Merakına yenik düşen Sarı, masadan kalktı ve yanıma oturup kulağını telefona doğru yaklaştırdı. "Alo!" Fısıltı tarzındaki seslenişine "Buradayım," diyerek cevap verdim. "Takip ediliyorum Kurt. Seni 5 dakika sonra arayacağım." Cevap vermemi beklemeden telefonu kapattı. Kaskatı kesildim. Cankut telefondan uzaklaşıp yüzüme doğru baktı. Kaygılı gözüküyordu. Hiçbir şey anlamamış gibi "Takip mi ediliyorum dedi o?" diye sordu. Başımı ağır hareketlerle onaylarcasına salladım. Sesli bir soluk verip önüne döndü. Bunu duymak bile ağır geldiyse, diğer haber onun için taşıyamayacağı bir yük olacaktı.
"Nasıl ya? Kim, neden takip eder Kobra'yı?"
"Bilmiyorum Sarı."
İkimizin kafasından geçenler, aramızdaki ortamı sessizleştirdi. "Patron," diyen Sarı çok önemli bir ipucu bulmuş gibi heyecanlıydı. "Patron'dan başkası olamaz. O takip ediyor olmalı. Beni gördüğünde o yüzden telaşlandı. Locasına baktığını söyledim hatırlıyor musun? Seninle geldiğimi düşündü. Kimse fark etmeden gitmemi o yüzden istedi."
Cankut'un kendi kendine yaptığı çıkarımlarda doğruluk payı olabilirdi. En güvendiği adamı takip ettirmesinin tek mantıklı nedeni bana yakın oluşu olurdu. Belki de o yüzden Kobra bu zamana kadar benimle iletişime geçmemişti.
"Başka ne söyledi?"
Duyduklarımın doğruluğunu tam olarak teyit etmeden Sarı'ya bahsetmek istemiyordum. Bu yüzden "Patron'un daha acımasız olduğunu," deyip geçiştirdim. Koltukta arkasına yaslandı. Kollarını göğsünün üzerinde bağlarken "Dahası da mı varmış?" diye sordu. Cevap vermek yerine sessizce beklemeyi tercih ettim. Gözlerimi telefonun ekranında duran sayılara kilitledim. Beş dakika neden bu kadar uzun sürmüştü? Yakalanmış mıydı? Başında yeterince sıkıntı varken, bir de ben yüzümden yenileriyle uğraşacaktı. Keşke daha uygun bir saatte arasaydım. Pişmanlığa yakın bir duygunun yüreğime saplandığını hissedince anında gardımı aldım. Bu duyguyu bastırırken duruşumu dikleştirdim. Pişman olacak, suçlu hissettirecek hiçbir şey yapmamıştım. Aramasaydım, tüm bunlardan bihaber olacaktım. Patron'un gizli planlarından habersiz daha ne kadar nefes alacaktım ki?
Kuruntularımın hepsini kenara bırakmamı sağlayan ses ellerimin arasında duyuldu. Bekletmeden telefonu açtım. Rüzgârın ıslıksı sesi arasından adımı çıkarabilmiştim. "Buradayım Kobra." Heyecanla koltuğun ucuna kayan Cankut, sesi hoparlöre vermemi söyledi. Daha rahat duyabileceğimi düşünerek ikiletmedim. Saniyeler içinde Kobra'nın sesi, rüzgârın uğultularıyla karışarak salonumu doldurdu.
"Çok vaktim yok Uraz. Göz önünden kaybolmam dikkatini çekiyor."
"Patron'un mu?"
"Evet. Sana yakın olan herkesi kendinden uzaklaştırdı. Bana muhtaçlığı elini kolunu bağlıyor ama bu gözlerinin üzerimde olmasına engel değil."
Sıkıntıyla nefes aldım. "Neyse. Ne diyordum? Hah. Ölümlerin bu kadar artmasından dolayı polisler sürekli ensemizde-"
"Bir dakika. Ölüm mü?"
Kobra'nın konuşmasına atlayan Sarı, şok olmuş bir ifadeyle bana baktı. Taramalı tüfeği andıran konuşmasının bölünmesi ona da nefes alma şansı tanıdı. "Cankut mu o?" diye sorduğumda öfkeyle yanımdaki adama baktım. Konunun dağılmasını istemiyordum. "Hayır abi. Sadece ben varım." Ufak yalanımın ardından nihayet duyduklarımın doğruluğunu öğrenme zamanı geldi. "Ölümün kıyısına kadar getirip bırakmıyor mu yani artık?" diye sorarken bir yandan da Cankut'a 'Sesini çıkarırsan seni öldürürüm' mesajı verdim. Ağzını fermuar gibi kapatan Sarı dikkatini telefona yoğunlaştırdı.
"Ölümsüzlüğe oynuyor. Ne yaptığının farkında bile değil, ben olmasam çoktan yakalanmıştı."
Kobra'nın söylediği bir cümle, hiçliğin içinde dalgalanan fikirlerimin durulmasını sebep oldu ve gerçek tüm çıplaklığı ile karşıma çıktı.
'Ölümsüzlüğe oynuyor.'
"Bence ne yaptığının farkında."
Derin, sonu yokmuş gibi gelen bir nefes aldım. Cankut yüzüme bakıyordu, bende onunkine... Ama aklım, babamla aylar önceki yüzleşmemizdeydi. Ona söylediğim son cümle zihnimin kuytularından, yüzeye öyle bir çıktı ki, vurgun yediğimi o an anladım.
'Bundan sonra kırpmak için bile olsa gözlerini kapatma Okan Kurt.'
Korkuyordu. Onun canını almadan bu işin peşini bırakmayacağımın o da farkındaydı. Ayşin'e verdiğim söz olmasaydı, nefesi bugünlere yetmeyecekti. Çok zaman kaybetmiştim ama hiçbir şey için geç olmadığını, bu hayat bana layıkıyla öğretmişti.
"Şu yeni dövüşçü, sürekli Patron'la mı?"
"Onsuz adım atmıyor."
Tam da düşündüğüm gibiydi. Ölümsüzlüğünü, başkalarının canlarıyla sağlıyordu. Dövüşçü kılığında kendine tuttuğu koruma, yeni veziri miydi? Aklı sıra çemberdeki ölümlerle de düşmanlarına gözdağı veriyordu. Bir yandan da benim geleceğim an için adamını hazırlıyordu. Bir taşla iki her zamanki gibi iki hamle yapmıştı.
"Bana o adamla dövüş ayarla."
Bunu söylerken düşündüğüm tek şey Patron'a ölümsüz olmadığını kanıtlamaktı. Verdiğim sözü çiğnememek için ona zarar vermeyecektim ama istediğim an nefesini kesebileceğimin mesajını verecektim ve bunun için çemberden daha iyi bir yer olduğunu sanmıyordum. Cankut'un bakışlarını Kobra seslendirircesine "Saçmalama evlat," dedi.
"Adam ölüm makinası gibi. Bu bir oyun değil."
Ve bir kelimeyle düşüncelerimin rengi tamamen değişti. Seneler aldı beni. Beynimde yer ettiğini bile fark etmediğim anının içine salıverdi. Patron'la ilk karşılaştığımız güne...
'Hayat düşünmek için kısa, anlık kararların bedeli için çok uzun evlat. Bu yüzden hayat, satranç oyununa benzer.'
Masadaki satranç tahtası, hamlelerini yaparken söyledikleri, kendini şah olarak görmesi zihnimde tekrar hayat buldu. 'Hayatta kalmanı sağlayan insanlar vardı. Kazanman için piyonlarla yolunu açarsın. Onlar ağır işleri yapar, sense sadece doğru hamleyi beklersin.' Onun için yaşam, bir satranç oyunundan ibaretti. Yaşattığı her şey de bu oyunun parçasıydı. İnce düşünüyordu, dikkatli hareket ediyordu, bir sonraki hamlesini fark ettirmiyordu. Piyonlarını ezmekten çekinmiyordu.
'Satrançta kazanan tek taş, Şah'tır. Hayatın Şah'ı da tek bir kişidir. BEN!'
Kendini her zaman Şah olarak görmüştü. Hesaplayamadığı şey ise, doğru açıdan baktığında, bir piyonun gölgesinin Şah taşına benzediğiydi. Satrançta kazanan taş, her zaman Şah'tı ama hayatın matını yapacak hamle bu sefer bir piyondan gelecekti.
Benden!
Küstah ve belalı bir şekilde gülümsedim. "Aslında tam olarak bir oyun." Üzerime toplanan 'Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?' bakışlarını görmezden gelerek "Fakat bu, babamla oynayacağım son oyun." dedim. 'Babam' kelimesi, ağzımda dolaşan sayısız küfrün özeti gibiydi.
"Aklını kaçırmışsın sen."
Cankut'ta bakışlarıyla aynı şeyleri anlatmaya çalışıyordu. İtirazlarını umursamadan "Son bir dövüş Kobra. Son kez," dedim. Ben olabildiğine sakinken, yanımda ve telefonun ucundaki iki adamın siniri had safhaya ulaşmak üzereydi. Hissediyordum. Kobra'nın ciğerine doldurduğu öfkeli soluğu duymazdan geldim. Cankut'un kırmak istercesine sıktığı dişlerini görmezden geldim. Beni caydırmaya çalışan her şeye bu saatten sonra kapalıydım.
"O dövüşe çıkarsan son dövüşün olacağı kesin."
"Al benden de o kadar."
Sarı, Kobra'ya katıldığını sadece benim duyabileceğim yükseklikte dillendirmişti. Bana inançları bu kadar az mıydı? "En son ne zaman dövüştün Uraz? Hadi dövüşmeyi geçtim, en son ne zaman adam akıllı idman yaptın? Söyle bana." Kobra konuşurken Cankut 'Hadi cevap ver, hadi!' dercesine başıyla işaretler yapıyordu. İki ateş arasında kalmış gibi hissediyordum. Bunlar sadece inancı olmayan birinin sığınacağı bahanelerdi. Benim değil...
"Açığı kapatırım."
Alay eder gibi bir kahkaha yükseldi. "Çember'de beş dakika bile dayanamazsın," cümlesi tenimin altında söndüğünü hiçbir zaman hissetmediğim ateşi öyle bir harladı ki... Yüzüme yerleşen belalı ifadeyle "İddiasına var mısın?" diye sordum. Cevap vermek yerine birkaç küfrü ardı ardına sıraladı. "O ringden biri ölü çıkmak zorunda." Gerçekten öfkesi benzersizdi. Dişlerini sıkarak konuşmaya devam ederse büyük ihtimal hepsini kıracaktı. "O kişi ben değilim," dememle göğsünden öyle bir kükreme yükseldi ki adeta gürledi. Sesi daha önce duymadığım biçimde öfke doluydu. Bu için için kaynayan bir öfkenin, hiddetin, tiksinmenin sesiydi.
"Hayatında kaç kez birini öldürdün lan sen?! Kara Leke'nin baygın hali bile ne kadar telaşlandırdı seni, ne çabuk unuttun?!"
Haklıydı. Hiç kimseyi öldürmemiştim. O kadar dövüşe katılmış, bir o kadar da ölümle aşık atmıştım. Öfke dolmuştum. Aklımı kaçırmanın eşiğinde dolaşmıştım. Çoğu zaman kontrolümü kaybedecek noktaya gelmiştim. Fakat karşımda duran bir kişiyi bile öldürmeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Kimsenin eceli olamazdım. Bu ağır bir yüktü ve vicdanımın o kadar güçlü olmadığını son dövüşümde anlamıştım. Ama şu anki durum başkaydı. Bambaşka...
"Gerekiyorsa, ilk ve son kez yaparım."
"Sen iflah olmazsın!"
"Yardım etmezsen kendi başıma hallederim biliyorsun."
"Çemberde sana yardım edemem. Söyledim."
"Oradayken senden hiç yardım istedim mi?"
"Emin ol bu sefer isteyeceksin."
"Evet isteyeceğim ama çemberde değil. Orada Allahtan başka kimse bana yardım edemez."
Hararetli bir şekilde atışmamız anlık bir sessizliğe dönüştü. Öfkeyle bacağını sallayan Cankut yerinde duramayıp ayağa kalktı. Dile dökülmeyenlerin tenhalığında volta atmaya başladı. Sırtı bana dönükken ellerini saçlarında dolaştırıyor, hunharca çekiştiriyordu. Birkaç küfür mırıldanıyordu. Bu denli endişelenmesi, beni bu kadar düşünmesi ruhumu okşuyordu. Yüzünü bana döndüğündeyse, ciddileşiyordu. Sanki bir düşmana bakar gibi yabancılaşıyordu. Acımasızlaşıyordu. Birden bire olan duygu değişimleri endişe vericiydi. Şimdiye kadar hiçbir konuda bu kadar karmaşık gözükmemişti. Sıktığı çenesi ve öfkeden kırışmış yüzüyle korkutucuydu. Benim için bile...
Kobra sıkıntılı bir iç çekişin ardından "Karalısın," dedi. Çaresizliği sesinden akıyordu. Pes etmek üzere olduğunu hissediyordum.
"Hiç olmadığım kadar."
Sustu. Düşünmek için buna ihtiyacı olduğunu bildiğimden dolayı sessizce bekledim. Cankut olduğu yere mıhlanmıştı. "Kafanda ne plan var bilmiyorum," diye fısıldadı. "Ama ya düşündüğün gibi olmazsa. Ya ölürsen Uraz." Kan, ölümün mührüydü ve bu hak bana nefes aldığım ilk anda verilmişti. Ya kanım bu pislikten arınacaktı ya da bedenim toprağın altındaki sonsuzlukta kararacaktı. İkisinin de ortak noktası ölümdü. Ya gelip beni bulacak ya da Patron'u yakalayacaktı ve bundan zerre kadar korkmuyordum.
"Peki ya Ayşin? Ona bu durumu nasıl açıklayacaksın? Nasıl razı edeceksin ölümüne?"
O ana kadar düşünmemek için ekstra çaba sarf ettiğim kıza bir açıklama yapmak zorunda değildim ama Cankut'un kurduğu son cümleyle kaskatı kesildim. Ona benzer bir acıyı yaşatamazdım. Bu yüzden aldığım karara daha da sıkı sarıldım. Bu oyunda kazanan, canı pahasına ben olacaktım.
"Benden haber bekle."
Kobra'nın cevabıyla Cankut sertçe sehpayı tekmeledi. "Ve madem bu kadar kararlısın. Son zamanlarını güzel geçir Kurt Uraz. Çünkü bu dövüşün sonunda oynadığın oyun, birine yaşama şansı tanıyacak. Bu sen olmayabilirsin."
* *
'Ölüm bir saniye kadar yakınken, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın alemi ne?'
Necip Fazıl
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞAH MAT (TAMAMLANDI) +18
Ficção AdolescenteMerhaba! Eğer bu satırları okuyorsan, senin bir yerlerden dikkatini çekebilmişiz demektir. Şu anda girdiğin bu kitap, 2016 yılında Watty birincilik ödülünü kazanan ve çıktığı ilk andan itibaren çok satanlara giren üç kitaplık seriyi kapsamaktadır; Ş...