Mat - 6. Bölüm

250 18 0
                                    



'İnsan seviyorsa kaybetmekten korkar. Kıskançlık da bir kaybetme korkusudur. Kıskanmıyorsa eğer yeterince sevmiyordur.'
                                                                                                                                     Oğuz Atay


AYŞİN

Alev alev yandığım doğruydu ama küllerim Uraz'a doğru doğmak yerine yerin dibine savrulursa hiç fena olmazdı. Kıskanmış duruyormuşum. Kim kıskanmış ya. Neden kıskanacağım onu. O kim ki?! Sadece o kıza gıcık oluyorum hepsi bu. Tavırlarına, güzelliğine, cilvesine, işvesine, Uraz'a dokunmasına...
Allah kahretsin! Ben kimi kandırıyordum. Resmen iliklerime kadar kıskanıyordum. O kızın, Uraz'a bakan gözlerini oymak, dokunan uzuvlarını kırmak, bana doğru kırbaç gibi savurduğu saçlarını elime dolayıp tek seferde koparmak istiyordum ama sadece ona değil, Uraz'a da gününü göstermek için yanıp tutuşuyordum. Hani ona dokunulmasından hoşlanmıyordu. İstisnası o kız mıydı yani? Peki ya bana tavırlarına sessiz kalmasına ne demeli... Hadi arkadaşlığı geçtim. İnsan böbreğinin hatırına bir şey söylerdi.
''Yer fıstığı!''
Hiddetle arkamı döndüm. ''Bana yer fıstığı deme!'' Sesimdeki sertliği ya da çenemin savunmacı bir şekilde kasılmasını engelleyemedim. Uraz'ın az önceye kıyasla ifadesi ciddileşti. ''O zaman adınla seslendiğim sırada kulaklarını aç ve duy.'' Öfke dalgası ruhumun kıyılarına öyle bir vuruyordu ki, adımı bırak, baş harfini bile işitmemiştim ama bunu Uraz'ın bilmesine gerek yoktu.
''Duymamazlığa gelmiş olamaz mıyım?''
Burnundan derin bir nefes alan Uraz, 'ya sabır' çeker gibi dışarı verdi. Nefesi beyaz bir duman gibi havaya saçıldı. Havanın soğuğunu hissetmesem, sigara içtiğini düşündürecek beyazlıkta bir duman...
''İyi.''
Bu neydi şimdi? ''İyi mi?'' Uraz tek bir kelime daha etmeden gittiğim yönün zıt tarafına yürümeye başladı. Biraz ilerideki arabasına gözüm kaydı. Tabi ya... Demek ki bu yüzden bana kendini duyurmak için uğraşıyordu. Ben ise...
''Küstün mü şimdi?''
Ardından bağırdım ama O cevap vermeyi bırak, en ufak bir tepki verme tenezzülünde bile bulunmadı. Trip mi atıyordu o bana?! ''Hey!'' Sesim sokakta yakılandı. Sanki bana kendi sesim cevap veriyordu. Sinirim şekil değiştirirken peşinden yürümeye başladım. Birkaç kere daha seslendim. Beni duyduğunu çok iyi biliyordum ama o bir kez bile olsa dönüp bana bakmadı. Arabasının kapılarını uzaktan havalı bir şekilde açtı. Adımlarımı hızlandırdım. Şoför kapısının koluna elini koydu. Tam açıyordu ki, yetiştim. Elimi sertçe cama koydum ve kapıyı hızla ittim. Aralanan kapı tekrar kapandı. Bu hareketim sayesinde bana baktı. Hoş, öfkesini lens gibi gözlerine takmış halde bakmasa daha iyi olurdu.
''Neden cevap vermiyorsun?''
''Neden vereyim?''
Soruma soruyla karşılık vermesi değil de, daha çok cümlesi afallamama neden oldu. 'Neden vereyim?' Neden vermeyesin... ''Duymazdan gel diye mi?'' diye devam etmesiyle kendi kendime sitemime ara verdim.
''Ne benim çenem yorulsun, ne senin kulakların.''
Çoğunlukla duyduğum merhametsiz tonu, yine konuşurken kullanmıştı. O an neden buraya geldiğimi hatırladım. Daha sonra Müdür'ün odasında duyduklarım... Kafamın içindeki soru işaretleri resmi geçitteydi. Onların kancalarını koparmadan bana rahat yoktu. Konuşmamız gerekiyordu. Uraz, elimin camda olmasını umursamadan kapıyı açtı. İstemeden de olsa birkaç adım geriledim.
''Evine bırakmamı istiyorsan bin.''
Konuşurken öyle bir ton kullanıyordu ki, soğuk hava değil onun mesafesi titrememe neden oluyordu. Gururum, ruhumu ilmek ilmek dokuyordu ama bunun beni ısıtacak hali yoktu. Hava gerçekten çok soğuktu ve cebimdeki son para bir taksinin içinde dolaşıyordu. Otobüs durağınınsa nerede olduğuyla ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Hoş olsa da, bu saatte ve soğukta oraya gitmek ve beklemek pek akıl kari değildi.
Uraz arabayı çalıştırdı. Motorun kükreyen sesiyle düşüncelerimin üzerine atladı. İrkildim. Farları yanmasıyla gözlerim kamaştı. Kirpiklerimi birkaç kere kırptım. O sırada Uraz'ın sabırsız bekleyişinin yüzüne yansıdığını hayal meyal gördüm. Sanırım şansımı daha fazla zorlamamalıydım.
Arabanın etrafından dolanıp ön kapıyı açtım. Hafif bir sıcak hava dalgası saniyeler içinde bacaklarıma dolandı ve beni arabanın içine doğru çekti. Uraz kapıyı kapatmamı bile beklemeden yola koyuldu. Kapı o hızla kendiliğinden kapandı. Isıtılmış koltuğa yapıştığımı hissettim.
''Biraz yavaş gidebilir misin?''
Yine cevap vermedi ama arabanın hızını makul bir ölçüde azalttı. Kemerimi takarken Uraz'a baktım. Sinirli gözüküyordu ama bu sefer ki farklıydı. Sanki sinirini bir maske gibi yüzüne giymişti. Altında ise çözemediğim duygu seli yaşanıyordu.
'Ben kimim?'
Müdür'ün odasındayken duyduğum net cümle sadece buydu. Kim olduğunu sorguluyordu. Bunu yapması gereken kişi O değildi ki. O, Uraz'dı. Aylarca gölgelerin ardında saklanmış Kurt Uraz... Kendi kendini kandıracak değildi ya... Of! İşler iyice işin içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kim olduğunu daha o bilmiyordu. Ben nasıl öğrenecektim?!
Kafamın için darmadağın bir odayı andırıyordu ve iç sesim anne kılığına girmiş, sürekli toparlanmam gerektiğini söylüyordu. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Sabah evden ne için çıkmıştım, şimdi nasıl dönüyordum. Sahi, neden eve dönüyordum?
''Eve gitmeyeceğim.''
Uraz sessiz bir şekilde yutkundu ama gergin boyun damarlarının arasındaki adem elmasının hareketi ve direksiyonu kavrayışı yeterince açıktı: 'Eve gideceksin.' Cevap bekleyen sorularımın katiline bakmayı sürdürdüm. Göz ucuyla bana baktığını görsem de, tamamen ilgisini hissedemedim. Hala trip mi atıyordu? Belki de sadece kendi soru havuzunun içinde debeleniyordu ve rahatsız edilmek istemiyordu. Bu umurumda mıydı? Hayır.
''Konuşmamız gerektiğini söylemiştim.''
Önüme bakarken kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Kaçamak bir bakış attığımda direksiyonu biraz daha sıktığını fark ettim. Artık eklem yerlerindeki beyazlıklar gün gibi ortadaydı. ''Bugün değil.'' İki kelimelik bir cümle nasıl bu kadar ürpertici olabilirdi? Merak ve sitem harmanından taze çıkmış bir sesle ''Ne zaman?'' diye sordum. Bana doğru, nefesimi kesecek kadar sert bir bakış attı. Çaktırmamaya çalışsam da kollarımın bağı daha da güçlendi. Resmen kendi kendimi tırnakladığımı hissediyordum. Gerildiğimi anlamış olacak ki ufakta olsa bakışlarına merhamet kırıntıları serpiştirdi.
''Bilmiyorum,'' diyerek önüne döndü. Direksiyonun üzerinde parmaklarını hareket ettirdi. Büyük ihtimal az önceki öfkesinden dolayı uyuşmuşlardı. ''Ama bugün değil,'' diye devam edip sinyal verdi ve hızlı bir şekilde araçların arasından evime giden sağdaki yola girdi.
Pes etmeyecektim. Onun da pes etmeyeceğini biliyordum. Bu iş inada binerse zararlı çıkacak taraf belliydi: Ben! Uraz'ın ağzından laf alana kadar, deveyi hendek üzerinde ip cambazı yapardım daha kolaydı. Özellikle de biraz önceki tartışmamızdan sonra. Başka bir yol bulmalıydım. Ama ne?
Mahalleye girdiğimizi yavaşlamamızla fark ettim. Aklım, arabanın hızıyla ters orantılı bir şekilde çalışmaya başladı. Görevimiz Uraz'ın ağzından laf almaktı ve bunu nasıl yapacağımla ilgili zamana ihtiyacım vardı. Bana bu zamanı yaratacak bir nedene...
''Ben eve gitmek istemiyorum.''
Az önceki inadıma karşılık titreyen sesim, Uraz'ın dikkatini çekmiş olmalı ki, arabayı apartmanın önünde durdurmak yerine birkaç bina ötede durdurdu. ''Neden?'' diye sorduğunda 'İşte bende onu merak ediyorum,' diye iç geçirdim.
''Anlamadım.''
''Sıkıldım.'' Kendi kendine çıkan kelimeden yürüyüp yürüyemeyeceğimi düşündüm. ''Çok sıkıldım,'' diyerek zamanla oynarken ''Öyle böyle sıkılmadım,'' diye devam ettim. Uraz bıkkın bir şekilde gözlerini devirdi. Sanırım 'Sıkılmak' kelimesinin önüne bir sıfat daha eklememeliydim. ''Ameliyattan beri, kontroller dışı bir tek bugün dışarı çıktım. Babamı, ablamı, onlar yokken de karşı komşuyu görmekten gına geldi artık. Okuduğum tüm kitapları tekrar okudum. Girmediğimiz sınavların telafisi için işlenen bütün konulara- Sahi Uraz, sen telafi sınavları için çalıştın mı?''
Daha önce düşünmediğim bir ayrıntı, konudan konuya atlamama neden oldu. Aldığım 'Hayır,' cevabıysa fazla umursamazcaydı. Yoksa Patron'la işi bittiği için daha fazla okula gelmeyecek miydi? Göğsümün ortasında bir nokta alev alev yanmaya başladı. Okula geliş amacını bilen biri olarak, bu habere rahat bir nefes almam gerekiyordu. Peki neden şu anda aldığım her nefes, boğazımdaki bir noktaya batıyordu.
''Pe-peki ne yapmayı düşünüyorsun?''
Kekelememi son anda durdursam da, sesimdeki titreşime engel olamadım. Uraz'ın kaşları hafifçe çatıldı. Sanırım girdiğim ruh halimin nedenini anlamakta zorlanıyordu. Başımı önüme eğdim. Her zamanki gibi tırnaklarıma işkence yapmaya başlamıştım. ''Yani okula döndüğünde birçok sınava gireceksin ve-''
Sıkıntılı bir nefes cümlemi tamamlamama izin vermedi. ''En son eve gitmek istememe nedenini konuştuğumuzu sanıyordum.'' Neden bilmiyorum ama şu anda ağlamak istiyordum. Arabanın torpidosunun ara ara buğulanmasından gözlerimin sulandığını anlıyordum. Konuşursam daha fazlasının olacağından korkup sustum. Birkaç saniye arabanın içine sessizlik hâkim oldu. Uraz'ın bana baktığını hissedince başımı onun aksi yöne çevirdim. Bu hareketle arsız bir yaş yanağımdan çeneme doğru süzüldü. Tekrar sıkıntılı bir nefes veriş, sessizliği böldü.
''Onu o zaman düşünürüz yer fıstığı.''
Doğru mu duymuştum yoksa yaşadığım duygusal geçişler bana oyun mu oynuyordu. Akan yaşı hızlı bir şekilde sildim. Uraz'a doğru kaçamak bakış attım. Kaşları biraz daha çatılmıştı. Duyduklarımı teyit etmek istercesine ''İstersen yardım edebilirim,'' dedim. ''Anlamadığın konularda.'' Tek kaşı hafifçe havalandı. Umarım bu söylediğimi yanlış anlamaz diye düşünmeden edemedim.
''Olur.''
Kendimi kötüye öyle hazırlamıştım ki, Uraz'ın cevabının iyi olduğunu başta anlayamadım. 'Olur,' dediğini fark ettiğimdeyse gözlerimin parlamasına engel olamadım. ''Gerçekten mi?'' Yaşadığım duygular birbirine girdi. Fakat şu anda baskın olan şey, sevinçti. ''Harika,'' diyerek arkama dayandım ve derin bir nefes aldım. Az önce yüreğimde başlayan yangın, sanki bir kova soğuk suyla söndürülmüştü. Öyle bir ferahlık yaşıyordum ki... Uraz delirmişim gibi bana bakmayı sürdürse de, gülümsememe engel olamıyordum.
''Neyse,'' diyerek önüne döndü. Araba hareket etmeye başladığı an, beni eve bırakacağını anladım. Bir şeyler yapmalıydım. ''Bugün çalışmaya başlayalım mı?'' diye sordum. Uraz, 'Kafayı mı yedin sen?' bakışını attıktan sonra ''Yorgunum yer fıstığı,'' dedi. ''Uyuyacağım.''
Uyayacakmış... Kurt Uraz tüm bu yaşadıklarından sonra uyuyacakmış ha...
Tüm yaşananları bir kenara koyarsak yorgunluğu üzerinden akıyordu ama O'nu eve gittiğinde uyumayacağını bilecek kadar iyi tanıyordum ama şu anda elime verdiği kozu açık etmeye gerek yoktu.
''Tamam. Sen uyurken ben de Cankut'la vakit geçiririm. ''
Kaşlarını çatınca ''En azından sana salça olmasını engellerim. Sen de rahat rahat uyursun,'' diye ekledim. ''Anla işte. Ne kadar sıkılıyorum. Cankut'la vakit geçirmeyi bile teklif ettiysem...''
Birkaç saniye boş bir şekilde yüzüme baktı. Söylediklerimi düşündüğünü daha iyi belli edemezdi. Hiçbir şey söylemeden önüne döndü. Hızını arttırdı ve apartmanın önünden geçip gitti. Derin bir nefes alıp koltuğa yayıldım. Sanki üzerimden saniyeler içinde ardı ardına üç tır geçmişti. Uraz'a hak vermemek de elde değildi. Gerçekten çok yorulmuştum.
* *
Sabah trafiğinin verdiği azizliği radyodaki hiçbir şarkı geçirememişti. Aksine, sanki Uraz'ın daha çok küfür etmesine neden olmuştu. Bir insan müzikten nasıl bu kadar nefret edebilirdi?
Neyse ki, sağ salim otoparka girmeyi başarabilmiştik. Asansörde bıçak açmadığı ağzı, koridor boyunca suskunluğuna devam etti. Ben de sessizce peşinden ilerledim. Cebinden çıkardığı anahtarı parmaklarının arasında döndürdükten sonra kilide soktu. Henüz çevirmemişti bile, kapı açıldı.
''Neredesin lan sen, böbreksiz?!''
Cankut'un ağzından çıkan son kelime de, göz göze geldik. Sanırım bundan dolayı kelimeyi hecelerine, hatta harflerine bölerek telaffuz etti ve ardından yapmacık bir gülümsemeyle adımı söyledi.
''Ayşinciğim. Hangi rüzgar attı seni, niye döndün ki geri?!''
Uraz gözlerini abartılı bir şekilde devirdi ve Cankut'a omuz atarcasına içeri girdi. Artık ikimizin arasında etten bir duvar yoktu. Az önceki gaftan dolayı Sarı'nın renginin kırmızıya çaldığını daha yakından görüyordum.
''Hoş bulduk Cankut.''
Jöleden kaskatı kalmış saçlarını karıştırmaya çalışırken ''Hoş geldin,'' dedi. İçeri geçebilmem için önümden çekildi. ''Kusura bakma. Saatlerdir Kurt'un nerede olduğunu düşünmekten aklımı kaçırdım, yerine gelmesi biraz zaman aldı.'' Hafifçe gülümserken montumu çıkardım. Portmantoya asmak için arkamı dönmüştüm ki, kâsenin içinde duran fatura öbeğini gördüm.
''Ben asayım. Malum senin uzanmaman gerekiyor tabi.''
Cankut duraksamamı uzanamamam yormuş olmalıydı. Montumu eline aldı. Bende bu sayede faturaları incelemeye başladım. Elektrik, su, doğalgaz, aidat... Hepsinden çifter çifter var gibi gözüküyordu.
''Doların yükselişi hepimizi vurdu.''
Cankut, neye baktığımı fark etmişti. Olayı kapatmak için yaptığı espriyse, güldürmedi. Çantamı kenara koydum ve faturaları elime aldım. Tek tek hepsini kontrol ettim. Ödenmemişlerdi. En azının üzerinden de 2 ay geçmişti. Bu zamana kadar nasıl kesilmemişti hiçbiri?
''Ayşin, onları bu kadar detaylı incelemesen... Uraz görürse.''
Cümlesini tamamlamadı. Tamamlamasına da gerek yoktu. Uraz görürse olacakları çok iyi biliyordum. Başımı kaldırıp etrafa bakındım. Saniyeler içinde ortadan kaybolan adamın, ansızın gelme ihtimali şaşılmayacak bir şeydi. Bugün aramızdaki elektrik dozunu fazlasıyla aşmıştı. Bir çarpıntıyı daha yüreğim kaldıramayacağı için faturaları yerine bıraktım.
''Hadi salona geçelim.''
Cankut koşar adım ilerledi. Aklım hala ödenmemiş borçlarda olduğu için ağır ağır peşinden yürüdüm. Durumlarının bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum. Demek bu yüzden yana yakıla iş arıyordu.
''Ortalık biraz...''
Salona girdiğim an yaşadığım şok, bir adım daha atmama izin vermedi. Olduğum yere çakıldım. Uraz'ın en ufak bir fazlalık bulundurmadığı, derli toplu salonunda meydan muharebesi çıkmış gibiydi. Üstelik daha dün, temizlikçi gelmesine rağmen...
''Dağınık.''
Cümlesini sağa sola saçtığı eşyaları toplarken yarım yamalak tamamlayan Cankut'un utanmış bir hali vardı.
''Biraz mı?'' diyerek yemek masanın üzerinde duran tişörtü elime aldım. ''Tamam, biraz çarpı iki diyelim. Önceden geleceğini bilseydim-'' dediğinde imalı bir bakış attım. Anında mesajı aldı. ''Sadece biraz kalmasını sağlardım.'' Başımı iki yana sallayarak gülümsedim. Salonun ortasında kucakladığı eşyalarla deli danalar gibi dönen Cankut'u izlemek gülümsememi biraz daha arttırdı.
''Uraz'ın neden sürekli sinirli olduğunu şimdi anlıyorum.''
Cankut pes edercesine kucağındaki eşyalarla koltuğa çöktü. ''Eğer spor odası yerine bir misafir odası olsaydı-''
''Emin ol, oradaki dağınıklık biraz çarpı beş gözükürdü.''
Cümlesini yarıda kesmemle nefesini dışarı üfledi. ''Haklısın.'' Karadeniz açıklarında gemileri batan tersane sahibi gibi duran Cankut'un yanına oturdum. '' En azından salonun bir bölümünü dağıt,'' diyerek kucağındaki eşyaların bir tanesini çekip aldım ve katladım. Cankut kıyafetlerini aramızdaki boşluğa yığdı ve kotlarından birini katlamaya başladı.
''Her şeyi bavulun içine tıkmak zorunda kalmasam, aslında bu kadar dağılmazlar.''
''Sen tıkma. Katlayıp çok göze batmayacak bir yere koy. Böylece aradığın şeyi bulmak için tüm bavulu salona saçmazsın.''
Bana hak verircesine başını salladı. Bir süre sessizce kıyafetleri katladık. Neyse ki temiz bir dağınıktı. Cankut, eşyalarını dikkatli bir şekilde koltuğa yerleştirdi. Kirli bardak ve tabakları üst üste koydum. Bir yandan da bir gecede bu kadar şeyi nasıl kirletebildiğini düşündüm. Sanki tek kişi değil, grup halinde alem yapmışlardı. Duraksadım. Yapmış olabilirler miydi? Bir an gözümün önünde Uraz ve haremi canlandı. Yüreğimdeki kıskançlık tohumları kıpırdanıyordu. Filizlenmelerine izin vermeden kendimi gerçekliğe dönmeye zorladım. Uraz'dan bahsediyordum. Tanrı misafiri kavramından bile nefret eden adamın, evinde alem yaptığını düşünmek fazla hayalciydi ama öte yandan o tanıdığım kişi değildi. Belki de böyle şeylerden hoşlanıyordu. Sırf benim gelişlerimi engellemek için misafirden hoşlanmıyormuş gibi rol yapmıştı.
''Ayşin.''
Başımı Cankut'a çevirdim. Kaşlarını çatarak bana baktığını görünce bende kaşlarımı çatmak istedim. O an zaten yeterince çatık olduklarını fark ettim. ''İyi misin? Ağrı mı girdi? Ağır geldiyse ben hallederim.''
''Yok iyiyim.''
Tabakları kucaklayıp mutfağa doğru yollandım. Neyse ki, burası Cankut'un tabiriyle biraz dağınıktı. Kıkırdayarak elimdekileri tezgâha bıraktım. El çabukluğuyla duruladığım gereçleri makineye yerleştirdim. Tezgâhın üzerini silmeye başladım.
Kapının eşiğinde beliren Uraz birkaç saniye mutfağa girmedi. Etrafa göz gezdirdi ve bu sırada benimle göz göze gelmemeye özen gösterdi. Buzdolabından soğuk gibi duran bir şişe suyu aldı. Bir torba ilacı tezgâha fırlattı. Bardak almak için benim olduğum tarafa doğru ilerledi. Çarpışmamak için geriye çekildim. Önüme geçip dolabı açtı. Üst rafa uzanırken tişrtü sıyrıldı. Belindeki bandajı gördüğüm an, içime bir sızı oturdu. Tüm bu ilaçları benim yüzümden içiyordu. Ben olmasaydım, hayatına normal bir şekilde devam edecekti. Eksik olarak değil... Büyük bir bardak aldı. İçine suyu doldurdu. Saniyeler içinde buğulanan bardak, suyun soğukluğunu gözler önüne seriyordu.
''Soğuk su içmemen gerekiyor.''
Anlaşılan cevap vermeme oyunu devam ediyordu. Şişenin kapağını tek eliyle kapattı. Torbadaki ilaçlardan bir tanesini kutusundan çıkardı ve dudaklarına yerleştirdi. Tam bardağı dudaklarına götürüyordu ki, duraksadı. Birkaç saniye sonra iç sesiyle inatlaşmış ve pes eden o olmuş gibi nefesini dışarı verdi. Bardağı dudaklarından çekerken arkasına döndü. Masanın olduğu yere baktı. Gayri ihtiyari bende onun baktığı yöne başımı çevirdim. Fırlatılmış su sesiyle irkildim. Uraz, elindeki yarısı boş bardakla masaya ilerledi. Sürahinin içindeki suyla kalan yarısını tamamladı. Gülümsememi bastırmak için yanağımı dişledim. Bardağı tekrar ağzına götürdü. O an saatin erkenliği aklıma geldi. ''O hangi ilaç?'' diye sordum. Cevap vermeyeceğini bildiğim için bir çırpıda yanına gidip ilaç kutusuna baktım.
''Bunu tok karnına içmek gerekiyor.''
Uraz'a baktığımda beni izlediğini gördüm. Fakat bakışlarımız kenetlenmeden ayrıldı. ''Tokum,'' diyerek hapı yuttu. Hangi ara yemek yemişti ki? Poşeti kendi önüne çekti ve içinden birkaç hap daha çıkardı. Kalan suyla tek tek hepsini içti. Neden iyileşemediğini anlamak zor değildi. Hiçbir şeyi kuralına göre yapmıyordu.
Bardağını bulaşık makinesine, şişeyi buzdolabına koydu. Tek bir kelime dahi etmeden mutfaktan ayrıldı. Ardından baktım. Koridorda ağır bir şekilde ilerledi. Bir eli belinin üzerindeydi. Canının acıdığını düşünmek, benim ameliyat yaralarımı sızlatıyordu. Odasına girip kapıyı kapatmasıyla olduğum yerde zıpladım. Hafif bir ses çıkmasına rağmen yüzüme çarpmış gibi hissetmiştim. Gözlerim buğulanmaya başladı. Kendimi suçlu hissediyordum. Keşke hayatına hiç girmeseydim...
''Ayşin?''
Salondan çıkan Cankut'un ifadesindeki ciddiyet durumun vahimliğini sergiliyordu. Arsız bir yaş, gözümden firar etti. Silme gereği duymadım. Çünkü devamının geleceğini biliyordum. ''Ayşin.''
Adımı bir dakika içinde iki farklı tonda duydum. Bu bir şeylerin ters gittiğini gösteriyordu. Cankut tereddüt etse de, beni kollarının arasına aldı. Tam olarak sarılmıyordu ama yanımda olduğunu hissettirecek kadar yakındı. ''Kavga mı ettiniz? Ses falan duymadım ama...'' Başımı hayır anlamında sallarken alnımı Cankut'un göğsüne yasladım. Gerçi karnına desek daha doğru olurdu. Çünkü çok uzundu ve benim yanımdayken devi andırıyordu. Ayaklarımızın duruşunu izlerken tek tük damlaların yere düşüyordu.
''Ne oldu o zaman?'' diye sorduğunda titrek bir nefes aldım. Ne mi olmuştu? Daha ne olacaktı ki... ''Yoksa dün anlattıklarımı-'' dehşetle çektiği iç, cümlesini tamamlamasına izin vermedi.
Kaşlarım çatıldı. Kendimi suçlayan vicdanım bir anda rota değiştirdi. Şu anda sinirlendiğim tek kişi Uraz'dı. O, en azından benim yüzümden bir böbreğini kaybetmişti. Peki ya onun yüzünden kaybedilecek canlar? Onlar ne olacaktı? Hiçbir şey yapmamış olması, yapmayacağı anlamına gelmezdi. Ya yine Patron onu zorlarsa... İcraata dökemese de, hatta istemese de, birilerine zarar vermeyi düşünmüştü. Sadece bu bile, başına gelen her şeyi hak ettiriyordu. Patron'unu dinlememeliydi. En azından bu konuyu Cankut gibi reddetmeliydi.
Gözyaşlarımı silerek Cankut'tan ayrıldım. ''Hiçbir şey söylemedim.'' Rahatladığını derin bir nefesle belli etti. ''Bir an hala neden yaşadığımı sorguluyordum Ayşin.'' Gülümseyerek saçlarını karıştırdı. Üzgünüm ama mutluluğu çok uzun sürmeyecekti. Sadece doğru zaman ve doğru yerin gelmesini bekliyordum. Elime geçen ilk fırsatta, her şeyi soracak, alacağım cevaplara göreyse tepkimi koyacaktım.
''Aç mısın?'' Konuyu değiştirme çabası takdirlikti. Aç hissetmesem de fark etmez der gibi omuz silktim. ''İlaçlarım için bir şeyler atıştırabilirim. ''Tamaaaam,'' diyerek yanımdan geçip buzdolabını açtı. ''Bakalım kahvaltı için neler yapabiliriz?'' Düşünme sesleri çıkaran Cankut dolabı karıştırmaya başladı. Arkasından geçip sandalyeye oturdum. Ameliyat yaramın sızladığını hissediyordum. Kıyafetimin üzerinden hafifçe ovaladım. Yılların getirdiği alışkanlığın, yine işe yaramasını umuyordum.
''Yumurta, yumurta, yumurta. Bu çocuk bu kadar yumurtayı ne yapıyorsa? Yarım peynir var. Kötü kokmuyor. Zey-tin. Yeter sanırım. Bu reçel ne zamandan kaldı acaba?''
Cankut kendi kendine konuşuyordu. Derinlerden gelen tanıdık melodiyle etrafa bakındım. Telefonumun montumun cebinde olduğunu hatırlayınca ayağa kalktım. Portmanto da asılı duran montumun cebinden telefonumu çıkardım. Ekranda gördüğüm isim, dünden beri garip hissettiriyordu. Konu abla-kardeş ilişkisiyse, her zaman mesafeli olan taraf O'ydu. Son yaşanan olaydan sonra sürekli yanımda olmak için çabalayan yine O'ydu. Bu hasret olduğum bir şeydi ama korkuyordum. Ya gerçek bir abla-kardeş ilişkisine sahip olursak... Ya o bana Uraz'a olan aşkını anlatmaya başlarsa...
''Müdür mü?''
Cankut mutfağın eşinde, elinde iki yumurta ile durmuş bana bakıyordu. Sanırım telefonun inatçı çalışına misilleme yapar gibi cevapsız bırakışım dikkatini çekmişti. ''Ablam,'' diyerek kapanmak üzere olan telefonu açtım.
''Efendim.''
''Ayşin.''
Korkunun elli tonuna bürünmüş ismimden sonra birkaç saniyelik sessizlik oldu. Belli ki mantar panomda asılı olan 'Ufak bir işim var. Merak etmeyin.' notu işe yaramamıştı. Nefes alış verişini duyduğum ablam ''Neredesin sen?'' diye devam etti. ''Aklım çıktı. Dün odandan çıkmadın. Sabahın köründe odanda yoksun.'' Ablamla ilgili öğrendiklerimi hazmedene kadar onu görmek istememiş, odamdan çıkmamıştım. O da yemeğe çağırmak haricinde odama uğramamıştı. Şu anda Uraz'da olduğumu söylesem... Hatta dün geceden beri burada olduğumu söylesem ne tepki verirdi? İçimde yeşeren kıskançlık tohumlarını şeytan suluyor gibiydi. Merakın cezp edici çağrısı dilimi dürtüyordu ama burada olduğumu öğrenince ya gelmek isterse? Hem de benim için değil... Uraz için.
''Ayşin, orada mısın?''
Başımı iki yana sallayıp kendimi düşüncelerden ayırdım. ''Buradayım.'' Sorusunu yineledi. Bu saatte nerede olabilirdim? ''Hastanedeyim.'' Panik duygusuyla sarılmış soru demeti kulaklarımı doldurdu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak bu olmalıydı.
''Hemen geliyorum.''
''Abla sakin ol. Yalnız değilim.''
''Kim var yanında? Neden bize haber vermedin? Neyin var? Geliyorum ben.''
''Abla!'' Sesimi yükseltmiş olacağım ki, Cankut yaptığı işi bırakıp bana döndü. Bir şey olmadığını belli eden el hareketimden sonra telaşlı ablama döndüm. ''Bir yere gelmene gerek yok. Reçetemi kaybettim. Hazır Uraz kontrole gidiyorken bende ilaçlarımı tekrar yazdırayım dedim. Sakin ol.''
''Uraz'la mısın?''
Şu soru kadar içimi kımıl kımıl kemiren başka bir şey yoktu. Uraz'layım desem yine yanıma gelmek ister miydi? ''Evet. Az öncede söylediğim gibi.'' Derin bir soluk alıp verdi. Rahatladığına yemin edebilirdim. Bu kadar güveniyor muydu O'na. ''Tamam canım. Bir an seni göremeyince-'' Cümlelerin ardından 'Yanına geliyorum.' dediğini duymamak için ''Daha önce ararsınız diye düşündüm. Yokluğumu bu kadar geç mi fark ettiniz?'' diye sordum.
''Babamın okula erken gitmesi gerekti. Seni uyandırmamak için odana girmedi. Benim de ilk iki dersim boş olduğu için, birlikte kahvaltı ederiz diye düşündüm. Seni odanda göremeyince panikledim.''
Bir an bizi kahvaltı masasında Uraz'dan konuşurken hayal ettim. Ablamın gözlerinin içinin parladığını, Uraz'a olan aşkının büyüklüğünü anlatırken yanağında beliren gamzelerini...
''Bizim sıramız geldi. Kapatıyorum.''
''Tamam canım. Kahvaltı yapmayı unutma.''
''Tamam. Görüşürüz.''
Telefonu yüzüne kapatmamak için kendimi zor tuttum. Göğsümde büyüyen bir his vardı. Sanki onun baskısıyla boğazıma bir şey çörekleniyordu. Çığlık atıp bu histen kurtulmak istiyordum. Kıskançlık denen duygu bu kadar güçlü olmamalıydı.
Telefonu hırsla montumun cebine soktum. O sırada gözlerim tekrar faturalara kaydı. Duygu geçişlerimin hızı gerçekten baş döndürücüydü. Sinirden arınıp telaşla sardım ruhumu. Ona ne kadar sinirli olursam olayım düşünmeden duramıyordum. Bu çocuk bunca borcu işi olmadan nasıl ödeyecekti?
''Cankut.'' Faturaları elime alıp mutfağa gittim. ''Bu kadar fatura var ve nasıl hala elektrik, su, ya da doğal gaz kesilmedi?'' Cankut buzdolabından çıkardıklarını masaya koyarken elimdekilere baktı. ''Onlar hakkında dediğimi bu kadar çabuk unutmuş olamazsın.''
''Uraz odasında ve herhangi bir kapı sesi duymadım. Şimdi sorumun cevaplarını alayım.''
''Kesilmediğini nereden biliyorsun?'' Ellerini tezgâhta duran havluya sildi. ''Şu anda kaçak kullanıyoruz.'' Gözlerim fal taşı gibi açılırken ''Şaka yapıyorsun,'' dedim. ''Hapse atarlar sizi.''
''Abartma Ayşin. Kimse hakkından fazla su kullandı diye hapse atılmaz.''
''Cezai işlem başlatırlar.''
''Birkaç günden bir şey olmaz.''
Cankut'un rahatlığı ve Uraz'ın siniri ölümüne yarışabilirdi. O kadar rahattı. Ocağın başına geçen Cankut tavayı eline aldı. Cozurtusu bile üstünde duran yağda yumurtayı tabağa koydu ve masaya yerleştirdi. Sandalyeye çökercesine oturdum. O ise masada herhangi bir eksik olup olmadığını kontrol ediyordu.
''Şaka yapmıyorsun. Şaka gibisin Cankut.''
Gıcık bir gülümsemeyle kaşlarını kıpırdattı. ''Pislik,'' diyerek elimdeki faturaları ekmek sepetinin üzerine koydum ama Cankut saniye geçmeden eline aldı. Bakışlarıma karşılık olarak da ''Canıma susamadım,'' deyip göz kırptı. Mutfaktan çıkıp birkaç saniye sonra ellerini birbirine çarparak geri döndü. ''Evet. Ne içersin?''
''Çay.''
''Çay,'' diyerek beni tekrarlayıp arkasına döndü. Birkaç dolabı kurcaladı ve ''İşte buradasın,'' diyerek bir kutuyu aşağı indirdi. ''Sallama olacak ama, idare edersin artık.'' Bardakları hazırlarken bir yandan ıslıkla şarkı mırıldanmaya başladı. Bu kadar keyifli olmamalıydı. Sanki bu keyfi bir şeyleri saklamak içindi. Mesela öğrenmemem gereken şeyleri.
Kupayı eline alıp bana doğru döndü. Bir anda bir şey hatırlamış gibi ''Aa,'' sesi çıkardı. ''Uraz'da bize katılır mı acaba?'' Kupamı önüme koyarken ''Tokmuş,'' diye cevap verdim. Bakışlarında saniyelik bir tereddüt yakaladım. Yine de cevabımı irdelemedi. ''Hadi başla o zaman,'' dedikten sonra karşımdaki yerine oturdu. ''Afiyet olsun.'' Kafamdaki sorularla yediğim hiçbir şeyden tat alamayacağım için, afiyet falan olmayacaktı. Cankut kahvaltıya başladı. Bense sallama çayımın ipiyle oynayarak poşeti suya daldırıp çıkardım. Bir süre sonra hiçbir şey yemeğimi fark etti.
''Gönül isterdi ki, sana serpme kahvaltılar hazırlayayım ama eldeki malzemelerle bu kadar oldu.''
Sallama poşeti çaydan çıkarken ''Yok yok. Her şey harika,'' dedim. Çatalımla kalan suyu süzüp, tabağımın yanına yerleştirdim. ''Sen harika bir gurmesin.'' Ağzındaki lokmayı çiğnerken eliyle 'ok' işareti yaptı. ''Sadece bakışlarla harika olduğunu anladın. Bravo.'' Gözlerimi kıstım. O ise beni umursamadan çayından bir yudum aldı. ''Şimdi tadının da harika olduğunu anlamak için, ağzındaki baklayı çıkar.'' Lafı uzatmaya hiç gerek yoktu. ''Şu fatura işine bir çözüm bulmalıyız.''
Neredeyse ağzının yarısını dolduracak büyüklükteki ekmek parçasının ardından sağa sola sıkıştırdığı peynir ve domatesle konuşma güçlüğü çeken Cankut ''Ben buldum,'' gibi bir şey söyledi. Gözlerimi abartılı bir şekilde devirirken ''Kaçak kullanımdan bahsetmiyorum,'' dedim.
Başını iki yana sallayarak çayından bir yudum aldı. Sanırım ağzındakileri bir an önce yutmak istiyordu. Birkaç saniye sonra ''Bende ondan bahsetmiyorum,'' dedi. Peçeteyle ağzını sildi. Tekrar çayından içip dişlerini çalkalarcasına yuttu.
''İlk faturaları 'Babam sağolsun' başlığı altında ödedim. Ödedim ödemesine de, bedeli ağır oldu. Uraz durumu fark etti. Ev arkadaşı muhabbeti yaptım. Tabi yemedi. Babamdan, dolayısıyla Patron'dan para kabul ettiğim için beynimi bin parçaya böldü. Gücü olsa, onu bedenimde uygulayacağına emindim. O kadar sinirliydi yani.''
Yumurtasından az önceye kıyasla daha küçük bir parça aldı. '' Bir daha böyle bir şey yaparsam, yapacaklarıyla ilgili uzun bir özet geçti anlayacağın. Ben de fatura işine karışmamaya karar verdim ama bu sabah suların kesildiğini fark edince...''
''Kaçak kullanmaya başladın.''
''Geçici olarak,'' deyip zeytin çekirdeğini çıkardı. ''En azından faturaları ödeyecek başka bir yol bulana kadar.'' Ağzındaki lokmaları çiğnerken düşündüğü belliydi. ''Hoş, bir yol bulsam da, yine Patron parası diye düşünüp kabul etmez bu keçi.'' Garip bir huzur içimi kaplamıştı. Uraz, dolaylı yoldan bile olsa Patron'dan gelecek bir şeyi kabul etmemişti. Bu zamana kadar yaptıklarını bu durum hafifletir miydi bilmiyorum ama sabaha kıyasla daha iyi hissediyordum.
''O zaman elini çabuk tutman lazım.''
''O zaman Uraz'a bir iş bulmamız lazım.''
''Ben buldum ama olanları gördün.''
Cankut imalı bir şekilde bakarken ''Bulduğun iş, Emirhan'a çıkmasaydı her şey yolundaydı yer fıstığı,'' dedi. Gözlerimi tehditkâr bir şekilde kısarken ''Bana yer fıstığı deme,'' dedim. Yalan bir üzülmeyle ''Uraz diyor ama,'' dedi. ''Yer fıstığı.''
''Cankut!''
Sinirlenmiş halimden keyif almış gibi duran çocuk gülümsemesini eksik etmedi. ''Neyse, o iş yalan oldu anlayacağın.'' Bu kadar kolay kestirip atılmaması gerekiyordu. Paraya ihtiyacı olan bir Uraz'ın yapabileceği başka bir iş yoktu. O an aklıma dolan düşüncelerin arasından birkaç mantıklı cümleyi kenara çektim. ''Ya olmadıysa,'' diyerek mantıklı cümlelerden kurduğum planı kafamdan bir kez daha geçirdim. Cankut ne diyeceğimi merak ediyor gibi dursa da baskın olan hissi tedirginlikti.
''Rehberlik işini yapsak ama Uraz'ın haberi olmasa.''
Cankut şaşkın bir edayla gözlerini açarken ikimizi işaret etti. ''Hayır hayır. Uraz ve ben yapacağız ama benim bulduğum rehberlik ajansı olmayacak. En azından o öyle bilecek.'' Hafifçe gözlerini kısan çocuk, tek kaşını kaldırdı ve birkaç saniye sonra aydınlanma yaşar gibi ifadesi yaşattı.
''Başka bir ajans olacak.'' Başımı evet anlamında salladım. ''Tabi bu teklifi yine ben götürürsem kabul etmeyecektir. Uraz'dan bahsediyoruz.'' Bana hak verircesine başını sallarken ''Eh yani. Salak değil,'' dedi. Ben de başımı sallamaya devam ettim. ''İşte burada iş sana düşüyor.''
Bir anda dehşetle çarpılmış gibi ''Bana mı?'' diye bağırdı. Susmasını işaret ederek arkamı kontrol ettim. İçeriden en ufak bir ses gelip gelmediğini dinlemeye çalışırken ''Ben ne yapacağım kızım?'' diye fısıldadı. Cankut'a tekrar döndüğümde korkusunu gözlerinden okuyabiliyordum. ''En son Uraz'ın arkasından iş çevirdiğimde ne olduğunu anlattım sana.''
''Bir şey olmaz.''
''Evet, bir şey olmaz. Çok şey olur Ayşin. Daha çok gencim.''
Masanın üzerine doğru eğildim. Ciddiyetimi anlayabilmesi içinse çatalı elime alıp hafifçe masaya vurdum. ''Halledeceksin bu işi. Başka yolu yok.'' Ardımda duyduğum sesle kaskatı kesildim.
''Neyi halledeceksin?''


* * *

ŞAH MAT (TAMAMLANDI) +18Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin