URAZ
"Ne işim var benim burada?!"
Kör gecenin koynunda, kahrolası bir uçağa bineceğim zamanı bekliyordum. Hem de aklını kaçırmış yüzlerce kişiyle birlikte... Boş hali bile 125 ton ağırlığında olan bir metal parçasının, atmosferde asılı kaldığı süre boyunca düşmeyeceğine inandıkları yetmiyormuş gibi, düşerse de kıçı kırık bir kemerin onları hayatta tutacağına inanmalarının başka bir açıklaması olamazdı.
Hepsi deliydi.
Zır deli.
"Uçağa binmeden önce sakinleştirici bir şeyler ister misin bebeğim?"
Cankut yanıma, hatta gibime oturdu. Neredeyse sağ yanımın her noktasına değiyordu. Şu lanet yere geldiğimizden beri sabrımı zorluyordu. Hele de şu anda elinde boş bir plastik bardakla yatağa atılacak bir kadınmışım gibi yanıma yaklaşması yok mu. İşte bu milim milim işleyen öfkenin sabrıma set çektiği ana geldiğimizi işaret ediyordu. Neden daha önce uçağa binmediğimden bu zevzeğe bahsetmiştim ki sanki.
"Mesela votka, cin, cin tonik?"
Sesindeki matrak tınıyı yakalamak istercesine elimi ensesine koydum. Hafifçe sarsıldı. "Şaşırt beni." Daha fazla saçmalamasına sabrımın kalmadığını göstermek adına hafifçe ensesini sıktım. Acının enseden tüm vücuduna yayıldığına şahit olurken "Kurt!" diye bağırdı ve aramızdaki mesafeyi açtı. "Kafamı Norveç'e götürecek kadar sevdiğini bilmiyordum."
"Anlamadım."
"Biraz daha zorlarsan kopacak diyorum lan. Bırak."
Acı eşiğinin hatırı sayılır bir gücü olduğunu biliyordum. Yine de daha fazla sınırlarını zorlamamak için itekleyerek bıraktım. Beş parmağımın izini taşıyan ensesini ovuştururken "Şurada kafasını dağıtmaya çalışıyorum," dedi bozulmuş bir edayla. "Adam benim kafama göz dikmiş."
"Senden öyle bir şey mi istedim? Sahi sen neden geldin lan buraya?"
"Yaban ellere kimsesiz mi gönderecektim seni?"
Gözlerimi devirerek Sarı'dan uzaklaştırdım. Oturduğum yerde öne doğru eğildim ve dirseklerimi dizlerime bastırdım. Başımı kenetlenmiş ellerime dayadım. Gözlerimi kapattığımda karanlığımda ilk görüntü, yerdeki garip desenli mermerlere aitti. Daha sonra tüm şekiller karıştı ve birkaç haftadır sayılı gördüğüm yer fıstığının yüzüne dönüştü. O an özlem sadece bir kelime olmaktan çıktı. Vücudumun merkez noktası kıpırdandı. Sanki bu yüreğimde oluşacak depremin öncüsüydü.
"Ayşin!"
Başımı Cankut'un kolunu koparmak istercesine salladığı yöne çevirdim. Soluk tenine işlemiş soğuğun yarattığı kırmızı yanakları, beresinin altında topladığını düşündüğüm sarı saçları, montunun içinden gözüken mavi kazağı, kot pantolonu ve bok sarısı gibi bir rengi olan cat botlarıyla sıradan bir görüntüye sahipti ama gözleri, o parlak mavi okyanuslar... Dünyadaki tüm kızların güzelliğini sollardı.
"Selam!"
Heyecanı sadece yürüyüşüne değil duruşuna bile yansımıştı. Kıpır kıpırdı. Bana attığı kaçamak bakışlarının nedeni arkasında dikilen babası olmalıydı. Ayşin'in aksine, tüm dikkatini benim üzerimde toplayan adam "Günaydın çocuklar," dedi. Sesindeki ton, öyle resmiydi ki bir an okulda olduğumuzu düşündürdü.
"Günaydın hocam."
Hazır ola geçen Cankut'tan daha rahat bir tavırla ayağa kalktım. Başımla selam verdim. Saatine bakmak için gözlerini üzerimden çeken adam "Check-in işleminizi yarım saat içinde bitirirsek, uçuş saatinize bir, kapıların açılmasına yarım saat kalır. Bu arada bir şeyler atıştırabilirsiniz," dedi. Her dakikayı planlaması sinir bozucuydu.
"Check-in işlemini biz hallederiz."
Çantasını sırtına takan Yer fıstığı "Sizde o sırada atıştırmalık bir şeyler alırsınız," diye ekledi. Babası bu fikirden hoşlanmamıştı. Belli ki kızını bir an olsun bile yanında ayırmak istemiyordu. Fakat Ayşin'in tam tersine gitmek için can attığı gözlerinden okunuyordu. Göz göze geldiğimiz an "Hadi gidelim," dedi farklı bir pırıltılı hareyle. Cankut'a baktım. 'Buralar bana emanet' bakışından sonra "Şurada çok güzel bir kafe var. Tostları harika," dedi Ayşin'in babasının önüne geçerek.
"Uraz hadi."
Birkaç adım ilerlemiş olan Yer fıstığına yetişmek için adımlarımı hızlandırdım. O da geldiğimi görünce yavaşta olsa yürümeye devam etti. Başındaki bereyi çekip çıkardı. Toplu olduğunu düşündüğüm saçları tel tel omuzlarına döküldü. O sırada yere düşen küçük mavi toka dikkatimi çekti. Saçlarını hapsetmeye bayılıyordu. Oysaki özgür bıraktığında kokusu daha fazla benimdi. Ayşin tek eliyle saçlarını karıştırırken duraksadı. Aradığı şeyi bulamamış olacak ki etrafına bakındı ve tam ayakucunda duran tokayı fark etti. Eğilip aldı. Saçlarının kendine özgü dalgasını cümle âleme gösterircesine önüne döküldü. Bu manzarayı ömrümün sonuna kadar izleyebilirdim. Saçlarını geriye atarak doğrulurken bana baktı. Yüzünde kafası karışık bir gülümseme belirdi.
"Bir şey mi oldu?"
Olan olmuştu. Şu anda olan şeyse sadece onun etkisiydi. Aramızdaki mesafeyi kapattım. Elinde tuttuğu mavi tokayı aldığım gibi bileğime geçirdim. "Rengi güzelmiş." Yüzüne düşen saçları kulağının arkasına ittirdi. "Mavi?" Sorgular bir şekilde bana bakarken "Griden başka renk sevmiyorsun diye düşünüyordum," dedi.
"Öyleydi," diyerek bileğimdeki lastiği biraz genişletmek için çekiştirdim. "Ama artık bir rengi daha seviyorum." Kolumdaki çantayı düzelterek Yer fıstığının gözlerinin içine baktım.
"Hatta belki diğerinden daha çok."
Dudakları şaşkınlığını ele verircesine aralandı. Bu halini izlemeyi ne kadar istesem de zaman aleyhimize işliyordu.
"Check-ini nerede yapacağız?"
* * *
"Uraz biraz gelir misin?"
Bitmek üzere olan tostumu ağzıma tıkarken kalakaldım. Beni beklemeden ayağa kalkan adam ağır adımlarla masadan uzaklaştı. Ne olduğunu anlamaz halde Ayşin ve Cankut'a baktım. Yanağında ekmeğin şişliğiyle bana bakan Sarı'da benim gibi hiçbir şey anlamamıştı. Yer fıstığı ise babasının beni neden çağırdığını biliyor gibi bakıyordu. En azından tahmin ediyordu.
"Uraz."
Tam benimle beraber ayaklanıyordu ki elimle oturmasını işaret ettim. Neden bu kadar endişelenmişti ki? Ağzımın içinde dolanan lokmayı yutarken ilerideki bir masanın önünde bekleyen adamın yanına ilerledim.
"Buyurun."
Kızına benzeyen bir endişe ifadesiyle yüzümü tarayan adam "Söyleyeceğim şeyleri büyük ihtimal tahmin ediyorsundur," dedi. Tahmin etmem gereken bir olay vardı da ben mi kaçırmıştım? "Ayşin, tabi sende yeni ölümden döndünüz," diye başladığı cümleyi 'Aylar önce' diye bölmek için can attım. "Tabi ki yeni hayatlarınızın tadını çıkaracaksınız ama sanki gezip tozmak için daha çok erken." Hafifçe kaşlarım çatıldı. Konu nedense Norveç'e gitmeyin olayına dönecek gibi hissediyordum. Döner miydi? Dönse bile artık çok geçti. Bu kadar hevesliyken Yer fıstığına bunu yapamazdım. Yapana da asla izin vermeyecektim.
"Ben bu tatil olayından dolayı biraz tedirginim."
Bunu zaten anlamıştım. Söylemesine gerek kalmayacak kadar belli ediyordu tedirginliğini. Tam düşüncelerimi söylemek için ağzımı açıyordum ki "İzin vermemin tek nedeni sensin," demesi tüm dilimin ucundaki kelimeleri birbirine doladı. Böyle bir şey söylemesini beklemediğim için hazırlıksız yakalanmıştım. "Sen olmasaydın, büyük ihtimalle Ayşin'e asla izin vermezdim." Elini babacan bir tavırla omzuma koydu. Sarsıldım. "Sen onun yanındayken gözüm arkada kalmaz. Biliyorum ona herkesten iyi bakarsın." Elinin değil de sözlerinin ağırlığıyla omzum hafifçe çöktü. "Ama aklım kalır. Bu yüzden beni ne olursa olsun habersiz bırakmayın olur mu? İyi ya da kötü." Omzumu sıkarken beni hafifçe sarstı. Yüzünde güven veren bir tebessüm belirse de korkusu gözlerinden okunuyordu.
"Kızım sana emanet oğlum."
Olduğum yere mıhlandım. Hangi kelimenin ağırlığı altında ezileceğimi bilmez halde adama baktım. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Daha önce kimse bana, bir insanı emanet etmemişti. Yer fıstığı, canım pahasına koruyacağım bir varlıktı ama babasının emaneti olması, farklı bir sorumluluğu omuzlarıma yüklemişti. Hele de oğlum demesi...
Kendi babam bile beni oğlu olarak görmezken, bu adam 'oğul' kelimesini hak edecek ne görmüş olabilirdi?
"Baba."
Ayşin'in tedirgin sesi arkamda yankılandı. Elini omzumdan çeken adam "Tostlarınızı bitirdiniz mi?" diye sorarak yanımdan geçti. Benim aksime rahat gözüküyordu. Sırtımda hissettiğim gözlerdeki merakı, arkamı dönmeden bile hissediyordum. Fakat nasıl davranmam gerekiyordu. İşte buna emin değildim.
"Yedik bitti."
"Siz ne konuşuyordunuz?"
Arkamı döner dönmez bir çift okyanus dalgalarını suratıma çarptı. Kızının sorusuyla bana bakan adam "Klasik baba nasihatları," dedi. Gülümsemeyi ihmal etmezken yavaşça koluma birkaç kez vurdu. Onun bu cümleleri üzerimde anlam veremediğim bir baskı oluşturuyordu. Milimetrikte olsa dudaklarımın kenarı kıvrıldı. Bu zorunluluğun getirdiği bir gülümsemeydi. Yer fıstığı bunu yakalamış olacak ki gözlerini kıstı. Baş başa kaldığımızda beni cevaplamam gereken sorular silsilesinin beklediğini bu bakış açık ediyordu. Babasının ona doğru dönmesiyle eski ifadesine bürünürken, "O zaman söyleyeceklerinde bittiyse BABA," dedi imalı bir vurguyla. "Biz yavaş yavaş uçuş alanına geçelim. Kapılar 10 dakika içinde açılacak."
Kızının söylediklerini teyit etmek istercesine saatine baktı. Yüzünden düşen bin parçanın birkaç tanesini bana saplamıştı. "Haklısın kızım." Kızının gitmesini istemediği her halinden belliydi ama onun mutluluğu için kendi isteklerini bile önemsemeyecek gibi duruyordu. Peki bu neden benim canımı acıtmıştı?
"Hazırsanız gidelim."
* *
"Ne söyledi sana?"
Yoğun bir kalabalığın ortasında, bir türlü açılmayan kapının önündeydik. Uçuş kodumuzu, gideceğimiz yeri ve saati gösteren ekrana bakarken beklenen soru gelmişti. Yer fıstığına bakma gereği duymadan omuz silktim. "Klasik baba nasihatı." Cümlemi tamamlayamadan kolumda yakıcı bir sızı hissettim. Refleks olarak kolumu Ayşin'in elinden kurtardım.
"Çimdirdin mi sen beni?"
Kaşlarını çatarak bana bakmayı sürdürürken "Evet!" dedi pişkin bir ifadeyle. "Bir tane daha ister misin?" Elini çimdirecekmiş gibi koluma doğru uzattı. Beni bununla korkutacağını mı sanıyordu? Gerçekten mi?
"Babanla ne konuştuğumuzu söyleyebilirdim," deyip kolumu eline dayadım. "Durma devam et. Bakalım ağzımdan tek bir kelime dahi alabiliyor musun?" Bir süre gözlerimin içine bakan Yer fıstığı nefesini sesli bir şekilde dışarı üfleyerek önüne döndü. Kollarını sinirle göğsünün üzerinde bağlarken "Ne var sanki uğraştırmadan söylesen," dedi fısıltıyla.
Bir süre aramızda gürültülü bir sessizlik oluştu. Göz ucuyla bana baktığını bildiğim için onun olduğu tarafa bakmıyordum. Uğultulara eklenen hareket, dalgaya kapılmış bir sal gibi hissetmeme neden oldu. Nereye gittiğimize doğru baktığımda kapıların açıldığını fark ettim. Güler yüzlü, 30 yaşını geçmemiş iki kadın, kapının önünde bir şeylerle uğraşıyordu. Sitemle "Yine mi soyunup döküneceğiz lan," diye söylendim. "Bir kere daha kemerimi çıkarırsam, başka şekilde kullanacağım." Yer fıstığı parmak ucuna çıkıp kapının olduğu yere baktı. Tekrar ayaklarının üzerine basarken "Bilet, pasaport kontrolü. Bir şey çıkarmana gerek yok," dedi. Ses tonu bile mesafeliydi. "Girerken baktılar ya."
"Doğru kapıda mısın diye bakıyorlar."
"Salak birini arıyorlar yani."
Gözlerini bana çevirirken "İnsanlar şaşırabilir Uraz," dedi. Resmen bakışlarıyla beni dövmek istiyordu. "Bu kadar kontrol ve anonsa rağmen hala şaşırıyorsa o insanlar biraz salaktır Yer fıstığı." Burnundan derin bir nefes aldı. Sanki bu dilinin ucuna gelen kelimeleri frenlemişti. Sabrı kalmamış gibiydi. Komik olansa bu benim hoşuma gidiyordu. Yine de konuyu kapatsam fena olmayacaktı.
"Neyse, sonuçta aradıkları salaklar biz değiliz."
Göz ucuyla doğru kapıda olup olmadığımızı tekrar kontrol ettim. Ayşin'in de bilete baktığını görünce muzipçe boğazımı temizledim. Anında bileti kolunun altına soktu ama bıyık altından güldüğünü görmek tüm sataşmalarıma değerdi.
Gece ayazı ve şafak vakti arasında kalan zaman diliminin soğukluğu, kapıya yaklaştıkça daha çok hissediliyordu. Sıra bize gelince "Montunu giy," diye uyardım. Ne olduğunu anlayamadan elinden pasaportunu ve biletini aldım. İtiraz etmeden üzerini giymesi memnun ederken biletleri kadınlardan birine teslim ettim. "Sende giy." Bana göre mont giyecek bir hava değildi ama yeni bir atışma yaşamamak için montumu üzerime geçirdim.
"İyi yolculuklar."
Biletlerimizi alıp dışarıda bekleyen otobüse bindik. Üşüdüğünü belli eden bir ses çıkaran Ayşin "Burası bu kadar soğuksa Norveç'i düşünemiyorum," diye söylendi. Fermuarını boğazına kadar çekip, kendine büyük gelen montunun içinde kayboldu. Belli ki gerçekten üşümüştü. Biraz olsun ısıtabilmek adına kolumu bedenine dolayıp kendime doğru çektim. Kısa bir an kaskatı kesilen vücudunun aksine gözleri çipil çipil hareket ediyordu. Kolunu sıvazlamamla ürperdi ama bu hareketle üzerindeki şok etkisini atmış gibi bana daha çok sokuldu. Montunun içinden çıkardığı başını boynuma doğru yasladı.
"İnşallah çok soğuk olur."
Gülümseyip çenemi başına yasladım. Otobüs, içindekileri sarsmayacak kadar yavaş bir hareketle kalktı. Bu şekilde uçağın kalkış hızını dengeleyebileceklerini mi düşünüyorlardı acaba? Karanlığı delen ışık süzmelerinin arasından geçip gidiyordu. Sağda solda gördüğüm uçaklar, yaklaştıkça daha da heybetleniyordu. Bir süredir aklıma gelmeyen gerginliğim önümde reverans yaparken rahatsızca kıpırdandım. Bu denli büyük bir metal parçası 4-5 saat havada nasıl asılı kalacaktı?
Otobüsün durmasıyla etrafı kolaçan ettim. Tek tek otobüsten inen yolcular fazlasıyla tepkisizdi. Hiçbiri korkmuyordu mu şu lanet olasıca meretten?!
"Uraz."
Kolumun altından çıkıp başımda ne zamandır dikilmeye başladığını bilmediğim Ayşin'e baktım. Norveç'e gitmemeyi sanırım sadece şu an kabul edebilirdim. "Hadi inelim." Lanet olsun. Ayağa kalkarken ilk kez bacaklarımın bedenimin en ağır uzuvu olduğunu hissediyordum. Yer fıstığı ise benim aksime sanki uçuyormuşçasına hareket ediyordu. Keşke onun kadar rahat olabilseydim. Peşinden otobüsten inmemle olduğum yere çakılmam bir oldu.
Kahrolası uçak benden en az 10 kat yüksekliğindeydi. Ağırdı, hantaldı, büyüktü. Hatta o kadar büyüktü ki, bu zamana kadar büyük dediğim her şeye haksızlık yapmışım gibi hissettiriyordu.
"Ben sana demiştim diyebilmem için yürümen gerekiyor."
Bakışlarımı zorda olsa Ayşin'e çevirdim. "Anlamadım?" Bana doğru gelmeye başladı. Bu uçağın önündeyken gözüme daha da ufak görünüyordu.
"Korkulacak bir şey olmadığını anlaman için uçağa binmen gerekiyor diyorum."
"Korkmuyorum."
İlk kez ağzımdan çıkan kelimenin tek bir harfine bile inanmıyordum. "Hı hı," Önümde dikilen Yer fıstığı yana çekilerek uçağa giden merdivenleri işaret etti. "O zaman önden buyurun bayım." Bilmiş ifadesini bahane ederek olduğum yerde durup, uçağı kaçırmamızı sağlayabilirdim. O inadın bende olduğunu çok iyi biliyordu ama yiğitliğe bok sürmemek adına yürümeye başladım. Merdivenlerin önüne geldiğimde kısa bir an duraksayıp çıkacağım en üst noktaya baktım. Ben Kurt Uraz'dım. Korkusuz Çemberin Efendisi. Yıllarca bu isim haykırılmıştı arkamdan. Bir metal parçası yüzünden bu isme leke sürmeyecektim.
Tam adım atmak için ayağımı kaldırmıştım ki parmaklarımın arasında bir sıcaklık hissettim. Başımı önce sevdiğim kıza çevirdim. Sonra da kenetlenen ellerimize baktım. Yüzünde sıcak, güven veren bir gülümsemeyle bana bakan Ayşin, başını koluma doğru dayadı.
"Elini tutmak değil niyetim, yüreğine güçlü olduğunu hatırlatmak."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞAH MAT (TAMAMLANDI) +18
Teen FictionMerhaba! Eğer bu satırları okuyorsan, senin bir yerlerden dikkatini çekebilmişiz demektir. Şu anda girdiğin bu kitap, 2016 yılında Watty birincilik ödülünü kazanan ve çıktığı ilk andan itibaren çok satanlara giren üç kitaplık seriyi kapsamaktadır; Ş...