Son Oyun - 7. Bölüm

182 12 0
                                    

'Hiçbir şey, insanın hayal gücü kadar hür değildir.'
David Hume

AYŞİN

Uçsuz bucaksız bir hayal dünyasının başkenti gibiydim. Çünkü hayallerimiz kadar hayatta var olduğumuza, tüm zorluklara rağmen yaşama daha sıkı tutunduğumuza inanırdım. Bu yüzden de kendimi bildim bileli, kurduğum hayalleri tek tek not ettiğim bir deftere sahiptim. Gerçekleşen, gerçekleşme ihtimali olan ve hiçbir zaman gerçekleşmeyecek düşüncelerimin yazılı olduğu bu defterin neredeyse tüm sayfaları doluydu. Günlük tutacak kadar istikrarlı biri olmasam da hayallerimi en ince ayrıntısına kadar yazan bir hayalperestim.
Öylesine özgürdüm ki zihnimde...
Şu anda, tüm o özgürlükte kurduğum, gerçekleşme ihtimali çok zor olan hayalime doğru uçuyordum. Kim bilir kaç kez Kuzey Işıklarının yeşil tonları altında uzandığımı ve gökyüzü şölenine katıldığımı hayal etmiştim ama her seferinde tektim. Şu anki şartlarda ise, bu hayalime bir yenisini daha eklemek istiyordu yüreğim. Tabi cesaretini bulabilirse...
"Sayın yolcularımız, Türk Hava Yolları ekibi olarak bizi tercih ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bu yolculuk, mutlu bir birlikteliğimizi başlangıcı olması dileğiyle. Norveç'e Hoş geldiniz."
Uçuş boyunca bir an bile olsa elimi bırakmayan adama doğru döndüm. Kalkış anından itibaren yüzüne yerleşen rahatlığın hala orada olduğunu görmek paha biçilmezdi. Yanımızdaki yolcular zengin kalkışı yaptı. Tüm bu harekete rağmen Uraz kılını bile kıpırdatmıyordu. Bir an uyuduğunu düşündüm ama düşüncemi sürekli hareket eden parmakları yalanladı. Kısa bir an gördüklerimdeki yanılma payını düşündüm. Ben rahat olduğunu düşünürken aslında onun içinde fırtınalar kopuyor olabilir miydi? Dikkat çekmek istercesine boğazımı temizledim. Sessiz bir şekilde yutkundu. Bunu boğazında hafifçe belirmiş olan âdemelmasının hareketiyle anladım. Kapalı olan gözlerinden birini hafifçe aralayıp bana baktı.
"İyi misin?"
Sorumu cevaplamadan tekrar gözünü kapattı ve başını koltuğa biraz daha yerleştirdi. Bu iyiyim demek miydi? "Söyle hadi," dediği an kıkırdadım. Rahatlamış bir edayla koltuğa yaslandım. Derin bir nefes aldıktan sonra "Ben demiştim," dedim zafer kazanmış bir edayla. Göz ucuyla Uraz'a baktım. Kirli sakallarının bile gizleyemediği gamzesini yakalayınca, delicesine bir cesaret damarlarıma doldu ve uzanıp tam gamzesinin üzerinden, kokusunu içime hapsetmek istercesine öptüm. Heyecan tüm ruhuma pompalanıyordu sanki. Gözlerini açıp, dudaklarımı tam anlamıyla uzaklaştıramadan başını bana doğru çevirdi. Burunlarımızın uçları birbirine değdi değecek bir mesafede kalakaldım. Nefesi dudaklarıma çarpıyor, çarptıkça kasıklarımda bir sızı beliriyordu. Bu haftalar önce hissettiğim bir kargaşaydı. Nerede, kimlerle olduğumuz umurumda değildi. Beni öpmesini istiyordum. O geceki gibi. Nefesinin benimkine karışmasını...
"İnelim mi?"
"Ha?"
Beş çocuğuyla ortada kalmış düşüncelerimin verdiği tepkiden sonra "Hadi inelim," dedim ve aceleci bir tavırla ayaklandım. Sanki aklımdan geçenleri yakalamış gibi paniklemiştim. Uraz üst dolaptan eşyaları çıkarırken montumu giydim. Çantamı sırtıma takip uçakta kalan üç beş kişinin ardından ilerledim. Camdan bir tünelin içinden geçip havalimanına girdiğimizde duraksadım.
"Ne tarafa gideceğiz?" diye kendi kendime söylenirken tabelaların üzerindeki İngilizce yazıları okuyordum. Birden elimi kavrayan Uraz beni bir yöne doğru çevirmeye başladı.
"Nereye gidiyoruz?"
"Hiç bilmediğin bir yerde kalabalığı takip et Yer fıstığı."
Yürüdük, yürüdük, bavul alanlarını geride bırakıp bir kapıdan çıktık. Bir paravanın arkasında bekleyen insan grupları bizi görmesiyle ellerindeki tabelaları havaya kaldırdı. Tek tek hepsine göz gezdirdim. Benden önce fark eden Uraz "Şuradalar," diyerek elimi bıraktı. Gösterdiği yöne doğru ilerlerken ardında kalakaldım. Thomas ve kızının elinde birer pankart vardı. Peki, neden Thea'nın elindekinde Uraz'ın adı yazıyordu? Rastlantı mıydı yoksa aylar önceki beğenisi hala devam mı ediyordu? Hem de gay olduğunu bile bile mi? Peki Uraz neden elimi bırakmıştı? Thea'yı gördüğü için mi?
"Yer fıstığı! Hadi!"
Uraz'ın bana doğru döndüğünü bile fark etmemi engelleyen kıskançlığımı dizginlemeye çalıştım. Uraz'a doğru ilerledim. Bu sefer yürümeden önce yanına gitmemi bekledi. Belki de elimi bırakırken sadece boş bulunmuştu. Belki de tamamen Thomas Bey'e saygısındandı.
"Welcome Norway!"
Heyecanlı bir şekilde ellerini iki yana açan adamın bizi kucaklayacak gibi duran bir hali vardı. Tam Thomas'a cevap verecektim ki, bozuk bir Türkçeyle "Merhaba Uraz!" nidası yankılandı. Babasını sollayıp, beni es geçen Thea, kendini Uraz'ın kollarına attı. "Hoş geldiniz." Yokluğumuzda resmen yemeyip içmeyip Türkçe öğrenmiş gibi bir hali vardı. Belli ki Uraz'la olan iletişiminde araya kimse girsin istemiyordu. Benim bile! "Ben mutlu çok oldum gördüğüme." Yüzünde güller açıyordu resmen. İlk gördüğümde soğuk nevaleden öteye gidemeyen kızı ne ısıtmış olabilirdi?
Aşk mı?
Sevdiğim adama hala sarılıyor olması sabrımı zorlarken Uraz'ın bu temastan hoşlanmadığını bilmek beni dizginleyen tek şeydi ama haddinden fazla sarmaş dolaş kalmışlardı. Uraz'ın onu bir şekilde uzaklaştırması gerekmez miydi? Yoksa o da bu durumdan hoşnut muydu?
Rahatsızca boğazımı temizleyip "Merhaba Thea!" dedim varlığımı hatırlatmak istercesine. Bakışlarını bana kaydıran kızın yüzündeki gülümsemede en ufak bir değişme olmadı. "Merhaba!" Neden bu kadar bağırıyordu ki? Uraz'dan ayrılıp yanıma geldi. Bu kız en son görüştüğümüzden beri boy mu attı diye düşünürken "Ayşan!" diyerek bana da sarıldı. Yok Eyşan! Bu kız beni Türk dizilerindeki, iki sevgilinin arasına giren kötü kadınlardan biri olarak mı görüyordu acaba? Öyle sıkı sarılıyordu ki, Uraz'ın neden teması kesemediğini şimdi anlıyordum. "Ayşin," diyerek adımı düzelttikten sonra güç bela Thea'dan uzaklaştım. Thomas daha normal bir şekilde bize sarılırken bizi gördüğüne sevindiğini söyledi. Uraz kaş göz yaparak ne dediğini sordu. Gözlerimi kısılırken "Ahtapotla aynı şeyi," diye cevap verdim. Kaşlarını çattı. Belli ki hiçbir şey anlamamıştı. Gayri ihtiyari Thea'ya baktım. Hala gülümsüyordu ve hala Uraz'a bakıyordu.
Mancınık gözlü ahtapot!
"You have come a long way," deyip saatine bakan Thomas "And it's too early," diye ekledi. "Would you like to settle down in your hotel and relax or our Norway tour after a nice breakfast?"
Uraz ciddi bir tavırla bana dönerken "Ne söylediğini lütfen kendince benzetme yapmadan söyle," dedi. Anlamadığı için mi kızmıştı, Thea'ya laf soktuğum için mi? Hangi nedenle olursa olsun, tatilimizin dakika bir gol bir kavgasını yaşamak istemiyordum.
"Uzun yoldan geldiğimizi ve saatin hala erken olduğunu söyledi. Otele gidip dinlenmek mi istersiniz yoksa kahvaltı yapıp tura başlamak mı diye sordu."
"Sen karar ver. Bana ikisi de uyar."
"Yorgun değil misin?"
"Sen yorgun musun?"
Endişeli bir ifadeyle beni inceledi. "İlk ben sordum," dediğimde derin bir nefes alırken "O zaman ilk cevabı da sen ver," dedi. "Hayır sen." Thomasları bakışlarıyla işaret ederek "İnsanların önünde konuyu uzatmaya gerek yok değil mi Yer fıstığı?" diye sordu. O kadar kibar konuşmaya öfkesini nasıl gizleyebiliyordu anlamıyordum. "Ben yorgun değilim," deyip Thomas'a döndüm ve güzel bir kahvaltıya ihtiyacımız olduğunu söyledim.
* *
Zar zor aldığım nefesin, havayla buluştuğu an kristalleştiğini gözle görebileceğim bir soğuk iklimdeydim ve bu yaşıma kadar soğuk dediğim tüm havalardan özür diliyordum. Damarlarımda dolaşan kanın sıcaklığından bile şu anda şüpheliydim. Kat kat giyindiğim kıyafetlerin varlığını bile sorgulatan soğuk yüzünden dişlerimin takırdamasına engel olamıyordum. Kemiklerimin birbirine çarptığını duyabiliyordum. Kirpik uçlarımın donmasından dolayı göz kırpmak tam bir işkence halini aldı. Dizlerim öyle bir titriyordu ki, adımlarımı sanki Ay'a atıyordum. Öylesine yavaş...
Durup dinlenmek istiyordum ama sanki durduğum an buzlar kraliçesinin beni şatosunda sergileyecek bir cansızlıkta heykel olacakmışım gibi hissediyordum. Allahım... İyi ki babam sıcak su torbasını almam için ısrar etmişti.
"İyi misin?"
Görebilmek için bıraktığım ufacık aradan gözlerimi Uraz'a çevirdim. Kirli sakallarının ardındaki teni, tatlı bir kırmızılığa bürünmüştü. Soğuk yüzünü haşlıyor olmalıydı. Üşüdüğünü biliyordum. En azından benimki kadar bir böbrek ağrısı olmalıydı ama O, bununla ilgili en ufak bir belirti vermeden, dağ gibi yanımda yürüyordu.
"Hı-hı"
Ses tellerimi kontrol edemediğim için titrediğim ortaya çıktı. Endişeli bir şekilde kaşları çatılan Uraz "Çok mu üşüyorsun?" diye sordu. "Bugünlük geziyi bitirebiliriz." Gözlerimi Oslo şehrini ayaklarımızın altına aldığımız eşsiz manzarada gezdirdim. Hayallerim ne kadar sınırlıymış, görüyordum. Soğuğu bile kısa bir süreliğine unutturacak güzelliğe bir daha yolum ne zaman düşerdi, bilmiyordum. Belki de bu gezi, ilk ve sondu. Bunu bile bile nasıl bitirmek isterdim ki...
"Gerek yok, iyiyim."
Emin misin diye soran bakışların altında ezilmemek için gözlerimi, şehri itinayla tanıtan Thomas'a çevirdim. Susup, bize baktığını şu anda fark ediyordum. Sert gözüküyordu. Konuşmasını böldüğümüz için sinirlenmiş olabilir miydi?
"İs there a problem?"
Bunu öyle bir ses tonuyla sormuştu ki sanki şu anda nefes almam bile bir problemdi. Soğuk, onlar için bir sorun sayılır mıydı? "No, everything is great." Her şeyin harika gittiğini gülümsememle de vurgulamak için atkımı çeneme doğru sıyırdım. "I just got a little cold." Çok az üşüdüğümü tasvirlemek için, tüm sevimliliğimi kullanarak, baş ve işaret parmağımın uçlarını birbirine yaklaştırdım. Rahatlamış bir ifadeyle, belli belirsiz gülümseyen adam bunun normal olduğunu söyledi. Üç günlük tatilimizin neredeyse her saatini planladığını, Ülkesini, yaşadığı Ada'nın dışındaki şehirlerin her yerini gezdirmek istediğini anlattı ama üşüyeceğimizi hesaplayamadığını, bunun içinde özrünü kabul etmemizi diledi. Uçaktan indiğimizden beri ısındığımı düşündüğüm tek yerin kahvaltı masası olması, söylediklerini doğruluyordu. Saatlerdir gezmediğimiz yer kalmamıştı. Buram buram Norveç tarihi kokuyorduk. The Vigeland Park, Viking Gemi Müzesi, Akershus Kalesi, Oslo Opera Binası, The Royal Place... Oslo dendiğinde aklınıza gelecek neresi varsa...
"We can have dinner on the island if you want?"
İşte buna asla hayır diyemezdim. Ufo gören masum köylü bakışlarının üzerimde dolaştığını hissedince Uraz'a döndüm.
"İsterseniz akşam yemeğini Ada'da da yiyebiliriz dedi."
Tek kaşı şüpheci bir edayla havalanırken "O kadar kelime kalabalığının özeti bu mu?" diye sordu. Tek tek Thomas'ın söylediklerini anlatmakla zaman kaybetmemek için, hemen hemen der gibi başımı salladım. Bir süre beni inceleyerek düşündü. Sonra arkamda duran manzaraya baktı. Derin bir nefes aldı. O kadar derin aldı ki, büyük ihtimal oksijen başını döndürecekti. O an gitmek istemediği hissine kapıldım. O ise ters köşe yapıp "Olur. Hem o ışıklı şey neyse, onu da kaçırmamış olursun," diye cevap verdi. Gözlerim soğuğa inat olabildiğince açıldı. Tüm yolculuk boyunca uyuduğunu düşündüğüm adam, konuştuğum her şeyi duymuş muydu yani...
"But Dad!"
Mızmız bir kız çocuğu sesi çıkaran Thea "Aren't we going to the festival?" diye sordu. Gerçekten bir an, beş yaşında elinden dondurması alınan küçük kız çocuğu gibi gözüme gözükmüştü. Thomas bize dönerek gitmek isteyip istemediğimizi sordu. Sanırım kuzey ışıkları süresince farklı farklı şehirlerde yapılan etkinliklerden bahsediyorlardı. Fakat benim kuzey ışıklarıyla ilgili hayalim belliydi ve kotası iki kişiyle dolmuştu. Bu yüzden Uraz'a sorma gereği duymadan nazikçe reddettim ve Ada'ya gitmek istediğimizi söyledim. Thea'nın suratı ciddi anlamda asıldı. Gözleri Uraz'ı tarıyordu. Onun fikrini almadığım dikkatinden kaçmamıştı. Yine de sesini çıkarmadı ve babasının arkasından arabaya doğru ilerledi.
Nedense içimden bir ses bu konunun burada kapanmadığını söylüyordu.
* *
Hayallerimi bir renge boyamam gerekse, herkesin aksine mavi fırçayı elime alırdım. Çünkü mavinin her tonu, benim zihnimde sonsuzluğu çağrıştırıyordu. Bitmek bilmeyen düşler bu efsunlu tonlara bürününce, sanki uçsuz bucaksız denizlere dönüşüyordu. Bazen dalgalarıyla heyecanı bahşederdi, bazen süt liman haliyle huzuru... Ama hepsi güven kokardı. Umut büyütürdü içimde. Bu yüzden mavi, benim için sadece bir renkten ibaret değildi. O tüm sırlarımı sakladığım, kimsenin bilmediği, asla giremeyeceği bir sığınaktı.
Şu ana kadar...
Öyle bir maviye bakıyordum ki, hayallerimin sarıp sarmalandığı tonlar sönük kalmıştı. Alt üst olmuş, bildiğim her şeyi unutmuştum. İlk kez gördüğüm ton, bambaşka anlamlar yüklemişti ruhuma. Huzur ve heyecan birbirine karışmıştı. Cenneti ayaklarıma sermişti sanki. Güven kelimesi bildiğim maviliklerden çıkmıştı. Güvenli nokta asıl burasıydı. Keşfedilmemiş, daha önce kimse tarafından el değdirilmemiş bu sular... Öyle berraktı ki, derinliğini bilmesem de dibinde neler olduğunu görebiliyordum. Soğukluğuna rağmen içine çekiliyordum. Kurmak istediğim hayalleri, saklamak istediğim sırları, yaşamak istediğim anılar bu derinliklere gömmek istiyordum.
"Welcome to Svalbard!"
Thomas geminin ucundan gururla bağırdı. Gözlerimi büyülendiğim sulardan zorla ayırdım ve yan yana sıralanmış takımadaların en büyüğüne yaklaşan geminin ucuna doğru ilerledim. Dağın zirvesinden denizin ucuna kadar her yer karla kaplıydı. Sıra sıra dizilmiş, birbiriyle aynı tarz olan ahşap evleri ayıran tek şey renkleriydi. Garip bir düzen hakkimmiş gibi duruyordu. Evlerin pencerelerinden sızan ışığı bile bastıracak güçteki ışık oyunları kalbimi delicesine çarptırıyordu. Havanın kararmaya başlamasıyla gökyüzünde saran renk cümbüşü belirginleşmişti. Yeşil, pembe, mor, turuncu, siyah... Kuzey ışıkları tüm adayı sarıp sarmalamış gibi duruyordu.
İşte asıl festival buydu.
"Bahsettiğin ışıklar, bunlar mı?"
Nutkum tutulmuş gibi sadece başımı onaylarcasına hareket ettirebildim. Gözlerimi bir saniye bile olsun gökyüzünden ayırmak istemiyordum. Daha ilk dakikalardan beni ele geçiren bu adanın, her yerini hafızama kazımak istiyordum.
Burada geçen her anın unutulmaz olmasını diliyordum.
* *
Karaya ayak basmamla, kayıp, karların içine gömülmem bir oldu. Yumuşak bir kucaklaşma gibi gelen düşüş yüzünden canım acımamıştı. Fakat yüzüm dâhil her yerim kara bulanmıştı ve soğuk yavaş yavaş içime işliyordu. İtiraf etmeliydim ki, kar havadan daha sıcaktı. Başımı kaldırıp ağzıma giren karları yere tükürdüm. Kirpiklerim sanki birbirine yapışmış gibi açılmıyordu. Burnumun donduğunu hissediyordum. Montumun ense kısmını kavrandığını hissettim. Daha sonra da kısa bir an uçtuğumu...
"Önüne bak Yer fıstığı, gökyüzü kaçmıyor."
Beni tek seferde havaya kaldıran Uraz'dı ama çocuğunu azarlayan baba sesi, minnettarlığımı utançla bastırıyordu. Neyse ki yediğim soğuk yüzünden kızaran yanaklarım kamufle olmuştu.
"Ayağım kaydı."
"Bastığın yere dikkat etmezsen olacağı o."
Uraz, ayaklarımın üzerine tam anlamıyla bastığıma emin olduktan sonra beni çekiştirmeyi bıraktı ve üzerimdeki karları silkeledi. Kendimi daha da çocuk gibi hissetmeye başladım.
"Ben hallederdim."
"Hasta olacaksın."
Her yanım sırılsıklam olmuştu. Esen rüzgârın taşıdığı soğukta bunu fırsat bilmiş gibi daha da sertleşmişti. Bedenime ince ince saplanana iğnelerin büyük bir çoğunluğu belimde toplanmıştı ve bu durum hayra alamet değildi.
"Şu adama söyle de, yemekten önce bizi otele götürsün."
Tavrından dolayı 'Çok biliyorsan sen öyle' demek istesem de durumum ortadaydı. İtiraz etmeden ileride bir grup insanla konuşan Thomas'a doğru yürüdüm. Hafif bir boğaz temizlemeyle dikkatini üzerime çektikten sonra utana sıkıla durumu anlattım. Babacan bir tavırla beni tek kolunun altına çeken adam "Snowmobiles are that way," diyerek bir yönü işaret etti. İleride arka arkaya duran 4 kar motosikleti vardı. "We better use snowmobiles to go faster." Göz ucuyla Uraz'a baktım. Bu yakınlıktan hoşlanmadığını haykıran gözleri Thomas'ın üzerindeydi. "Motosikletlerle daha hızlı gideceğimizi söylüyor." Kafasındaki düşünceleri dağıtmak adına yaptığım açıklama zerre kadar umurunda olmamıştı. Dişlerini sıkıyormuş gibi yanakları kasılıyordu. Thomas başını omzunun üzerinden geriye çevirerek "Thea!" diye seslendi. "You take Uraz and follow us," diye ekledi. O an soğuktan değil de cümlenin içindeki kelimelerden donakaldım. Uraz'ı sen al ne demekti? O kimdi ki Uraz'ı alıp götürüyordu? Nasıl götürecekti? Uraz ona sarılacak mıydı yani? Tek vücut olur gibi...
"Let's go."
Beni az önce gösterdiği yöne doğru çekiştirdi. Bense arkamı kontrol etmeye çalışırken bata çıka yürüdüğüm yollarda birkaç kere düşme tehlikesi atlattım. Thea her baktığımda Uraz'a biraz daha yaklaşıyordu. Gülümseyerek konuşması, beresine rağmen saçlarını savurması ve her an Uraz'a dokunmaya çalışması saatlerdir yokluğunu hissettiğim sıcaklığı tek seferde vücuduma sardırmıştı.
Kıskanıyordum ama kızamıyordum. Çünkü kızın aurası buna engel oluyordu. Yaptığı hiçbir harekete yapmacıklık yakıştıramıyordum. Kötülemeye kalksam basitlikten vuramazdım. Ne kadar cilveli olursa olsun asil bir duruşa sahipti. Daha önce gördüğüm kızların hepsinden farklı bir enerji yayıyordu ve belli ki bu durum Uraz'ın da dikkatinden kaçmamıştı.
Alışılmışın dışında büyük duran motosikletlerin önünde durduk. Thomas bana kullanıp kullanamayacağımı sordu. Daha önce kullanmadığımı söyleyince çok basit olduğunu söyledi ve nasıl kullanacağımı anlatmaya başladı. Benim aklım Uraz'dayken gözümse sürekli konuşan çiftin üzerindeydi. Türkçeyi adam akıllı bilmeyen bir kız ve İngilizceden gram anlamayan bir adam için haddinden fazla uzamamış mıydı muhabbetleri?
"Aysin?"
Thomas'ın koluma dokunmasıyla irkildim. Yanlış bir şey yaptığını düşünen adam ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. "Are you okay?" Başımı evet anlamında sallamam tatmin etmemiş olacak ki çok mu karışık anlattım diye sordu. Anlattığı hiçbir şeyi dinlememiştim ki karışıklığına karar verecektim. Yüz hatlarımın gerginliğini avantaja çevirerek kollarımı sıvazladım.
"Oh no. I'm just little cold."
Üşüdüğüm için bu tavrı takındığımı düşünen adam kızına acele etmelerini söyledi. Yanımıza geldiklerinde ise gözlerim taramalı tüfek misali Uraz'ın üzerinde dolaştı. Az önce kıskançlıktan kırmızı görmüş boğayı andıran adam, şu anda neden boğayı devirmiş matador rahatlığındaydı? Uraz ne olduğunu anlamamış olacak ki sorgulayıcı bakışlarıyla bana karşılık verdi. Aramızdaki bu sessizlik fazla gerilim yüklenmiş olmalıydı. Çünkü Thomas aramıza girme ihtiyacı hissetmişti. Uraz'ın dikkatini kendi üzerine toplarken daha önce kar motosikletiyle ilgili bir geçmişi olup olmadığını sordu. Olmadığını biliyordum. Vereceği cevabın ne sonuçlar doğuracağını da... İstemeye istemeye tercüme ettim. Uraz ileride duran motorlara düşünceli bir ifadeyle baktı.
"Ne kadar zor olabilir ki?"
Uraz'ın kendi kendine verdiği cevabı fırsat bilerek, "He knew how to use it," dedim. Bilmediğini söyleyip Thea ile gittiğini izlemektense, bildiğini söyleyip beraber yaşayarak öğrenirdik daha iyiydi. "Okay," diyerek beni onaylayan adam kızını yanına çağırdı ve onların önden giderek yolu göstereceklerini söyledi. Thea, Uraz'a garip bir gururla bakıyordu. Sanırım motosiklet kullanmayı bilmesi hanesine bir artı daha koymasına neden olmuştu. Allahım yaptığım her hareket neden yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşum gibi hissettiriyordu ki?!
Thomas ve Thea önde duran iki motosiklete bindiler. Uraz ne olduğunu anlamamış gibi bir baba kıza, bir bana bakıyordu. "Ne dedi bu adam?" Motosikletlerin ışıklarının yandı. Ardından rüzgarın uğultusuna karışan sesleri yankılandı. "Daha doğrusu sen ne dedin bu adama?" Uraz'a cevap vermeden bize ayrılmış motorun yanına doğru ilerledim. Peşimden geldiğini, adımlarının karda çıkardığı haşırtı seslerinden anlıyordum.
"Yer fıstığı?!"
Motosikletin kontrol paneline baktım. Thomas'ın anlattığı hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Hoş buna gerek olduğunu da sanmıyordum. Gaz, fren ve birkaç düğme... Ne kadar zor olabilirdi ki?
"Ayşin!"
"Motora binmeme yardım eder misin?"
Kaşlarını olabildiğine çatarak "Bana bir açıklama yapacak mısın? Yoksa ilk iş olarak kendime yeni bir tercüman mı tutmalıyım?" diye sordu. Arkasından iş çevirdiğimi anlayacağını biliyordum ama ondan habersiz kararlar almama bu kadar kızacağını düşünememiştim. Kızgınlığının katlanmamasını umarak "Motoru kullanmasını bildiğini söyledim," dedim ve olası bir öfke patlamasına karşı gözlerimi sıkıca yumdum. Fakat duyduğum "Neden?" sorusu beklemediğim bir sakinlik taşıyordu. Yavaşça gözlerimi aralarken Uraz'ın yüz hatlarını da garip bir tepkisizliğin sardığını fark ettim. Kızgın olması gerekmez miydi?
"Kızmadın mı?"
"Lafı dolandırmadan nedenini söylersen, hayır."
Sanırım bu gece için şansımı daha fazla zorlamamalıydım. "Thea ile gitme ihtimalini ortadan kaldırmak için." Kızarmış kahverengi gözleri kısıldı ve ne olduğunu saniyeler içinde anlamış gibi tekrar büyüdü. Dudaklarının kenarına yerleşen minicik tebessüm gamzesini daha da derinleştirdi. "Anladım," diyerek hoşnut halini benden saklamak istercesine yüzünü motosiklete doğru çevirdi.
"Madem bana sormadan karar alacak kadar kendine güveniyorsun, buyur, sen götür bizi otele."
Bunu ciddi mi söylemişti yoksa sadece bana ders vermeye mi çalışıyordu, ses tonundan çözemiyordum. Yüzünü görebileceğim şekilde öne doğru eğilirken "Kullanamaz mısın?" diye sordum. Cevap vermek yerine sıkıntıyla iç çekti. Hala gözleri kaygılı bir ifadeyle motorun üzerinde dolaşıyordu. Vitesli arabayı bile otomatik pilotta kullanırmışçasına rahat olan biri için bunun çocuk oyuncağı olması gerekmez miydi?
"Aysin!"
Thomas'ın sesiyle, bizi izleyen ikiliye doğru döndüm. Motorun üzerinde ayağa kalkmış olmasının dışında pek bir şey göremiyordum. Fakat kaygılı hissettiğini sorun olup olmadığını sorunca anladım. Sanırım hala motora binmemiş olmamız dikkatlerini çekmişti. "No problem!" diye bağırdıktan sonra motora binmek için Uraz'ı beklediğimi söyledim. Cümlem biter bitmez yanı başımda kükreyen motorun sesiyle olduğun yerde sıçradım. Başımı motordaki yerini çoktan almış Uraz'a doğru çevirdim. Hangi ara binmiş, ne ara motoru çalıştırmayı başarmıştı. Madem bu kadar kolaydı, neden beni strese sokmuştu. Pes!
"Sen üşümüyor muydun?"
Uraz elini bana doğru uzatırken "Hadi bin," dedi. Soğuktan parmaklarımı bile hissetmezken Uraz'a dokunma düşüncesi bile ısınmama neden oldu. Beni tuttuğu gibi motora oturmam bir oldu. Ellerimizin ayrılmasına fırsat vermeden beni kendine doğru çekti. Göğsüm sırtıyla bütünleştiğinde derin bir soluğu dışarı verdim. O kollarımı göğsüne doğru sardı. Ben ise soğuğa meydan okuyan yakınlığımızın yangınıyla boğuşuyordum.
"Are you okay?"
"O-okay."
Thomas'ın tekrar yerini almasıyla yola koyulduk. Rüzgâr kırbaç etkisiyle tenimizi dövmeye başladı. Ben, Uraz'ın heybetli gövdesine sığınarak bu darbelerden bir nebzede olsa kurtuluyordum ama onun hepsine göğüs germekten başka çaresi yoktu. Onu biraz olsun ısıtabilmek için daha sıkı sardım.
"İyi misin?!"
Uğultular arasında duyduğum iki kelimeyle başımı yasladığım sırttan kaldırdım ve çenemi Uraz'ın omzuna doğru dayadım. "Evet! Sen?!" Başını bir kez evet anlamında salladı. O an gökyüzündeki şölenin, yolumuza ışık tuttuğunu fark ettim. Ortalıkta yaşam belirtisine dair en ufak bir iz yoktu. Karanlıklar arasında gizlenmeye çalışan dağların heybetini bile üzerindeki karlar gözler önüne seriyordu. Gerilim filmlerindeki sahneler zihnimde canlanırken "Kurt var mıdır buralarda acaba?" diye sordum.
"Ne?!"
Bağırmadığım için beni duymayan Uraz omzunun üzerinden bana doğru bakmaya çalıştı. "Kurt diyorum kurt! İner mi acaba buralara?" Kısa bir an önüne bakıp yolu kontrol etti. Tekrar bana döndüğünde hafifçe kaşları çatılmıştı. "Ben yetmiyor muyum sana?" Kurduğu cümleyi algılamam birkaç saniyemi aldı. Anladığım anda ise ufak bir kahkaha atıp başımı tekrar sırtına yasladım.
"Yetmez misin hiç."
* *
Medeniyetten uzaklaştığımızı düşünürken karşıma çıkan göz alıcı ışıklar küçük dilimi yutmama neden oldu. Gözlerimi içinden geçip gittiğimiz ağaçlardan oluşan koridorda dolaştırdım. Tüm ağaçlar öyle güzel süslenmişti ki. Işıl ışıl dallar, bir Noel filminin içindeymiş gibi hissetmeme neden oldu. Biraz sonra Noel Baba, 'Ho ho ho!' diye karşıma çıkarsa şaşırmayacaktım.
Tünelin ucundaki ışık, yaklaştıkça netleşiyordu. Daha iyi görebilmek için duruşumu dikleştirirken gözlerimi kıstım. Gördüğüm manzara karşısında gözlerim fal taşı gibi açıldı. Ağzımın da ondan kalır yanı yoktu.
"İglolar!"
Motor sesleri eşliğindeki rüzgârın senfonisini bile bastıracak güçte bağırmıştım. Uraz'ın başını bana doğru çevirdiğini hissediyordum. Bense gözlerimi kar kürelerini andıran camdan, ışıklarla kaplı evlerden ayıramıyordum. Bu benim kuzey ışıklarıyla kurduğum hayallerden biriydi ve şu an burada olmak, bunu yaşayacak olmak... Sanırım hayatımdaki bütün şansı bu tatilde kullanıyordum.
"Ne dedin?"
"İglo! Burası bir iglo köyü!"
Elimle yan yana konumlandırılmış, iglo evlerini gösterdim. Heyecandan yerimde duramıyor, hareket halindeki motorun üzerinde sürekli kıpırdanıyordum. "Düşeceksin Yer fıstığı!" Omzunun üzerinden bana bakarak uyarısını yapan Uraz tekrar önüne döndü ve Thomas'ın kar motosikletlerini park ettiği alana doğru ilerledi.
Bir süre sonra motor sesleri yerini sadece uğultulara bıraktı. Thomas, kızıyla beraber bize doğru yürüyordu. Uraz motordan indiği gibi bana doğru döndü. Ben inmeme yardım etmek için elini uzatır diye düşünürken o beni kucağına aldı. İlk şokun etkisiyle nefesimi tutsam da karnımda hissettiğim gıdıklanma hissiyle kıkırdadım. Göz ucuyla bana bakan Uraz'ın bıyık altından gülüşünü ele veren gamzesine o kadar yakındım ki, dudaklarımı değdirmeden yapamadım. Öpüşümün etkisiyle başını tamamen bana doğru çevirdi. Kızaran burunlarımızın uçları birbirine değmek üzereydi. Bu yakınlık kalbimin delicesine çarpmasına, kasıklarımı sızlatan bir ağrıya ve soğuğu bile hissetmememi sağlayan bir yangına neden oldu. Ayaklarım yere basana kadar, ne kadar zaman geçti bilmiyordum ama Thea'nın bizi gördüğüne adım kadar emindim. Mimikleri ele vermese de gözlerindeki his, kıskançlığını ele veriyordu. Dudaklarımın kenarına keyifli bir gülümseme yerleşti.
Thomas, sıradan bir otelde kalmamızı istemediğini, bu yüzden şehrin biraz dışına çıktığımızı söyledi ve bulunduğumuz bölgeyi tanıtmaya başladı. Dağların yüksekliğinden, ilerideki ormanın büyüklüğüne, yaşayan canlılara kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Bir yandan bata çıka karların arasında yürüyor, diğer yandan da adamın anlattığı yerleri kuzey ışıklarının loşluğunda görmeye çalışıyordum. Uraz ise bu anlarda beni mümkün olduğu kadar kendine yakın tutuyordu. Söylenenleri anlamadığını biliyordum. Sormuyordu da... Ama sanki anlıyormuş gibi koruma içgüdüsünü konuşturuyordu. Bu durumu sorgulamak yerine tadını çıkarmaya karar verdim ve Uraz'a biraz daha sokuldum.
Karla kaplı olmasına rağmen patika olduğu belli olan yol, bizi bir iglonun önüne getirdi. Kar kürelerini andıran fanusun üst kısmındaki camları ince ince karlarla kaplanmıştı. Alt kısmı ise, tamamen kara gömülmüş gibi duruyordu.
"You will stay in different igloo houses-"
Thomas'ın konuşmasını "Different?" diyerek böldüm. Kısa bir an duraksayan adam, böyle bir soru sormamı beklemiyormuş gibi bana baktı. "Yes. Would this be a problem?" Bu tabi ki bir sorun olurdu. Benim en büyük hayalimi, Uraz'la ilk tatilimiz olmasını es geçsem bile o kadar anlattığı şeyden sonra tek kalmak isteyeceğimi düşünmüyordu herhalde? Sessizliğimden dolayı "Ow!" diye bir ses çıkaran adam pot kırdığını anladı. "I thought, we were best friends." Dışarıdan bakıldığında 'Ölümüne kankayız' imajı mı çiziyorduk gerçekten? "Beyza told me that," dediği anda kuzey ışıklarından bile daha büyük bir aydınlanma yaşadım. Beyza Abla arkadaş olduğumuzu sanıyordu. Haliyle de adama böyle söyleyecekti. Doğal olarak da Thomas, ayrı ayrı evlerde kalmamızı uygun görmüştü. Ne kadar ince bir davranış...
"Niye burada dikiliyoruz?"
Bir terslik olduğunu anlayan Uraz'a açıklama yapmadan önce, Thomas'a düşüncesinden dolayı teşekkür ettim. Beyza Abla'nın, ardından ablamın, dolayısıyla da babamın kulağına gitmemesi için söylenenleri kabul ettim ve Uraz için ayrılan evin nerede olduğunu sordum. Anahtarlarımı uzatan adam yandaki igloyu işaret etti. Neyse ki bağırsam duyabileceği bir mesafede olacaktık.
"Yer fıstığı. Ne olduğunu söyleyecek misin artık."
Sabrının son demlerinde dolaştığını belli eden ses tonuna karşılık tatlı bir şekilde gülümsedim. Thomas'tan anahtarımı alıp Uraz'ınkini de rica ettim ve geri kalan işleri kendimizin halledebileceğini söyledim.
"Thank you very much for today."
"Dinner?"
Tabi ya... Akşam yemeğinden önce kıyafetlerimi değiştirmek için buraya erkenden gelmiştik. Ben kuzey ışıkları altındaki kar kürelerinin heyecanından ne açlığımı ne ıslaklığımı ne de tüm bunların etkisiyle katlanarak artmış soğuğu hissetmiştim. Saatin kaç olduğuna baktım. Büyük ihtimal üzerimi değiştirip yemeğe gittikten sonra gece yarısı başlayacak şölenin ilk anlarını kaçıracaktım. Hayalimin nirvanasını görememektense aç kalmayı yeğlerdim. Peki ya Uraz? O ne yapmak isterdi?
"Why are we standing?"
Thea'nın sorusuyla bakışlarımı yanımda duran adama çevirdim. Birbirlerini anlamasalar da aynı cümleyi kurma tesadüfü fazlasıyla sinir bozucuydu.
"Varlığımı hatırladığına göre..."
Ona baktığımı fark eden Uraz, burnundan soluyan haline es arası verdi. "Beni de adamdan sayıp ne olduğunu anlatacak mısın yoksa ciddi ciddi kendime tercüman bulma konuşunu düşüneyim mi?" Bunu 2. Kez söylemişti. Sanırım üçüncüsünde kolunda bir tercümanla karşıma dikilecekti.
"Aç mısın?"
"Yer fıstığı."
Kinayeli seslenişi konuyu değiştirmemem gerektiğini vurguladı. Yine de sorumu yineleme gereği duyarak "Ne olduğunu anlatacağım. Sen önce aç olup olmadığını söyle," dedim. Tek kaşı sertçe havaya kalktı. Sanki söyleyecek çok şeyi vardı ama hepsini dilinden dökülmemesi için yutmayı tercih etmişti. "Değilim." Bunu bana sinirlendiği için mi söylemişti, yoksa gerçekten aç hissetmiyor muydu?
"Emin misin?"
"Zorlamaya devam edecek misin?"
Ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırdıktan sonra "Tamam kızma," deyip Thomas'a döndüm. Yolculuk, hava değişimi, gezi derken çok yorulduğumuzu söyledim ve bu akşamlık yemeği iptal etmemizin kabalık olup olmayacağını sordum. Yaşanan sessizlik gerilimini üzerinden atan adam nazik bir şekilde sorun olmayacağını söyledi. Yine de bir şeyler atıştırmamız için yemek göndereceğini de ekledi. Uraz'a iglosunun anahtarını uzattı. Kafası karışmış bir şekilde bana bakan Kurt "2 anahtar," dedi. Bakışlarımla anahtarı almasını işaret ettim.
"Anlatacağım."
Uraz gözlerini kısarken 'Ne karıştırıyorsun sen?' bakışını atmayı ihmal etmedi. Thomas'ın elindeki anahtarları aldı ve yapmacık olduğu her açıdan belli olan bir tebessümü dudaklarının kenarına yerleştirdi. Thomas daha fazla üşümememizi, yarın sabah erkenden kahvaltı için bizi almaya geleceğini söyledi. "Good night." Başıyla selam verip kızının yanına gitti.
"See you tomorrow."
Thea, bunu Uraz'a söylemiş gibi, sadece ona bakıyordu. Uraz başıyla selam vermekle yetindi. "Good night Thea." Bakışlarını nihayet bana çevirdi. Gözden kaçıracağım kadar küçük bir tebessüm anlık dudaklarının kenarına yerleşti. Aynı şekilde karşılık verdim. Aramızdaki soğuk savaş milimetrik kıvılcımlar saçıyordu. Thomas tekrar iyi geceler dileyip kızının koluna girdi. Onlar yürümeye başladığında Uraz önüme geçip kollarını göğsünün üzerinde bağladı. Uzun zamandır dövüşmemesine, dolayısıyla spor yapmamasına rağmen kaslarından en ufak bir şey kaybetmemiş gibi gözüküyordu. Beğeniyle onu incelerken "Dinliyorum!" kelimesi bir tokat gibi yüzüme çarptı ve beni anında gerçekliğe döndürdü.
"Önce içeri girelim mi?"
"Ayşin!"
"Lütfen Uraz! Çok üşüdüm."
Sıkıntıyla iç çekti. Onu hızlandırmak adına elini tuttum. "Lütfen lütfen lütfen." Bana ayrılan igloya doğru çekiştirmeye başladım. Neyse ki direnmediği için çok zorlanmadan kapının önüne kadar getirebilmiştim. Kapıyı açarken bile Uraz'ın elini bırakmadım. Beyaz çelik kapıyı aralarken yüzüme sıcak hava dalgası çarptı. Ürperdim. Her yeri camdan bir otel odasını andıran evin, dışarıdaki soğuktan haberi olmaması çok garipti. Üzerimdeki fazlalıkları çıkarırken odayı dolaştım. Beyaz ve ahşap renklerdeki mobilyalar, içerisinin sıcaklığını daha da hissettiriyordu. Odanın tam ortasına konumlandırılmış çift kişilik yatağın üzerine oturdum. Tay tüyünden olduğuna yemin edebileceğim kadar yumuşak yatak örtüsünde ellerimi dolaştırdım. O sırada cam küreyi belli bir yere kadar çepeçevre saran leopar desenli perdeleri fark ettim. Bu sayede en azından uyuduğum sırada dışarıdan direk görüşü engelleyebilirdim. Rahatlamış bir edayla kendimi sırt üstü yatağa attım. Gökyüzünü tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren tavan beni selamladı. Sağ elimi havaya kaldırdım. Kuzey ışıklarının belirmeye başlayan hatlarını ben oluşturuyormuşum gibi elimi renklerin üzerinde dolaştırdım.
"Harika değil mi?"
"Benim eşyalarım nerede?"
Düşünmek için duraksadım. Bavullarımızı Thomas almış, yanındaki adamlara teslim etmişti. Onların bizden önce buraya gelmiş olması gerekiyordu. Başımı çevirip eşyalarımın olduğu yere, tam olup olmadığına baktım. Hepsi buradaydı. Uraz'ın merakla bana baktığını görünce yattığım yerden doğruldum.
"Sana ayrılan evde olmalı."
Sorgular bir şekilde kaşlarını çattı. Bende Thomas'la aramızda geçen, onun meraktan kudurduğu konuyu anlattım. Kaşları biraz daha çatılırken "Seni tek başına bırakacağımı düşünmüyorsun değil mi?" diye sordu. Bunu istemiyordum ki düşüneyim...
"I-ıh," diyerek başımı hayır anlamında salladım. "Gidip eşyalarını alalım o zaman."
"Gerek yok. Ben hallederim," diyerek kahverengi koltuklardan birine oturan Uraz, yorgunluğunu belli eden bir ses çıkardı. Başını koltuğun omuz kısmına dayadıktan sonra gözlerini tavana dikti. Sessizce gökyüzünü izlerken "Haklıymışsın," diye fısıldadı. "Harika."
Sorduğum soruyu es geçmemesinin mutluluğu ile gülümseyerek başımı yukarı kaldırdım. Aramızdaki sessizliği doldurma ihtiyacı duymadan kuzey ışıklarını izledik. Ortam o kadar sessizdi ki, bir an Uraz'ın uyuduğunu düşündüm ama o gözünü bile kırpmadan gökyüzünü izliyordu. Kirpikleri hep mi uzundu yoksa bu açıdan mı öyle duruyordu. Kirli sakalları duruşundan dolayı daha da belirginleşen âdemelmasına kadar uzanıyordu. Kokusu aramızdaki mesafelere rağmen bana ulaşabiliyordu. İçimde hissettiğim kıpırtı beni farklı şeyler düşünmeye itmeden, kapı çaldı. Boş bulunup irkildim. Başımı panikle kapıya doğru çevirdim.
"Kim ki bu?"
O an aklımdaki her şey uçup gitti. Uraz oturduğu yerden kalkarken "Yemek göndereceklerini söylemişler ya," dedi ve kapıya doğru ilerledi. Dakikalar önceki konuşma zihnime doldu. Rahat bir nefes aldım. Uraz'ın peşinden ayaklanırken üzerimdekilerin ne halde olduğunu hatırladım. Resmen kıyafetler üzerimde kurumuştu. Yine de yemekten önce temizlensem iyi olacaktı. Bavulumu açıp tek tek eşyalarımı çıkardığım esnada adımı işittim.
"Buraya gelsene az?"
Pembe kazağımı yatağın üzerine bıraktım. "Ne oldu?" diye sorarak kapıya doğru ilerledim. Elinde kâğıt bir poşetle bekleyen Uraz, "Tarzanca anladığını sanmıyorum," dedi. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kapının önünde başka bir poşetle bekleyen adama gülümseyerek nasıl yardım edebileceğimi sordum. Elindeki poşeti göstererek yemeğimi burada mı yoksa kendi evimde mi yemek istediğimi sordu. Gülümseyerek poşeti elime aldım ve yemeği beraber yiyeceğimizi söyledim. İyi dileklerini sunarak ayrılan adamın ardından kapıyı kapattım. Uraz poşetin içini karıştırıyordu. "Ne dedi diye sormayacağım, belli ki ayrı gayrı olacağımızı düşünmüşler." Poşeti koltuklardan birine bıraktı ve tekrar kapıya doğru yöneldi.
"Sen üzerini değiştir. Birazdan gelirim."
* *
Uraz'la aynı odada kalacağımızı düşünmemiştim ama herhangi bir nedenden dolayı karşılaşma ihtimalini de es geçemezdim. Bavulumu hazırlarken yanıma alışılmışın dışında ablamın pijamalarından bir takım koymuştum. Dönene kadar fark etmemesini umduğum siyah takım şu an üzerimdeydi ve bende ablamda durduğu kadar etkileyici gözükmüyordu. Yine de çocuksu halimden bir nebzede olsa uzaklaşmak iyi hissettirmişti. Her ne kadar içimdeki çamaşırlar hala Ayşin olduğumu gösterse de...
Aynanın karşısından çekilip koltuklardan birine oturdum. Saati kontrol ettiğimde Uraz'ın neredeyse bir saattir ortada olmadığını fark ettim. Nerede kalmıştı? İglosunu görebilmek için hafifçe doğruldum. Yanan ışıklar haricinde hiçbir şey gözükmüyordu. Bu içimi biraz olsun rahatlatmıştı. Demek ki dışarıdan bakıldığında iç kısımların görülme ihtimali yoktu. En azından iglodan igloya... Yine de Uraz'ınkini görsem fena olmazdı. Birazdan gelirmiş... Zaman kavramı için ne kadar kaçamak bir aralık...
Sıkıntıyla odanın içinde volta atmaya başladım. Masanın üzerinde duran poşeti görmemle mideme sinyalin gitmesi bir oldu. Bir saattir Uraz'ın gelmesini ve bir şeyler yemeyi bekliyordum. Gelen giden yoktu. Biraz daha beklersem midem senfoni orkestra şefliğini üstlenecekti. Mutfağı andıran küçük alana gidip poşeti elime aldım. İçindeki sandviçi jelatininden ayırırken tekrar camın önüne doğru yürüdüm. Yağan karı izlerken ufak bir ısırık aldım. Damağıma dolan ilk tatla gözlerimi sandviçe kaydırdım. Peynir, domates, zeytin ezmesi ve kekik... Dört ayrı lezzetin bu kadar uyumlu bir tat yakalayacağını hiç tahmin etmezdim. Daha büyük bir lokma ısırırken gözleri tekrar dışarıya çevirdim. Bir çiftin romantik ve aşk dolu yürüyüşüne şahitlik etmek, kısa bir an ağzımdaki lokmayı çiğnemeyi unutturdu. Heyecanlı gözüküyorlardı. İlk tatilleri olabilirdi. Belki de bir balayı...
İç geçirerek ağzımdaki lokmayı çiğnemeye devam ettim. Kuzey ışıklarını görmek en büyük hayallerimden biriydi. Peki, balayında gelmek ister miydim? Uraz ve ben... İlk gecemizi bu şahane gökyüzü olayının şahitliğinde yaşasaydık...
Özel olurdu.
Ve unutulmaz.
Donakaldım ama kalbim panikle çarpmaya devam etti. Ne yapmıştım ben? İlk andan itibaren hayal ettiğim her şeyi gerçekleştiren sihirli bir tatilin içindeydim. Norveç, İstanbul'da şahit olamadığım lapa kapa kar yağışı, kuzey ışıkları, iglo köyü, Uraz'la beraber sabahlayacak olmak... Ve şu anda başka bir şey daha hayal etmiştim. Bu da gerçek olabilir miydi?
Asıl soru, bunun gerçek olmasını gerçekten istiyor muydum?
Yanımda duran koltuğa oturdum. Bakışlarım Uraz'ın iglosuna kaydı. Oradaydı. Işıkları hala yanıyordu. Belki banyo yaptığı için geç kalmıştı ve şu anda üzerini giyiniyordu. Uraz, daha önce birkaç kez gördüğüm çıplak teniyle gözlerimin önünde canlandı. O kadar gerçekti ki... Bir anda zihnim okuduğum kitaplar, yakınlaşmalar, arzular ve tutkularla doldu. Kalbimdeki gıdıklanma hissi, kasıklarıma kaydı.
Ortam fazla mı ısınmıştı?
Yerimde duramayacağımı anlayınca ayağa kalktım ve bulunduğum dar alanda volta atmaya başladım. Gözlerim, hala dışarıda olan çifte kaydı. Öpüşüyorlardı. Adamın sahiplenici tutuşuna eşlik eden kadının tutkulu dokunuşları... Uraz'ın bana dokunuşlarına karşılık haftalar önceki öpüşmemiz. O an hissettiğim duygu karmaşası, buna rağmen aldığım haz...
Dışarıdaki çifte bakıyordum ama kafamın içinde bizi hayal ediyordum. Adamın yerine Uraz'ı, kadının yerine kendimi koymuştum. Ve o an fark ettiğim şey, öpüşmekten daha ileri gitmek istediğimdi.
Bunu gerçekten istiyordum.
Ruhum bir anda ateşe verilmiş gibi bedenimi kızartmaya başladı. Uraz'ın odasının aniden ışıkları söndü. Sanki biri kasıklarıma yumruk atmış gibi nefesim kesildi. Geliyordu. Ne yapacağımı bilmez halde banyoya koştum. Kendime gelmeliydim. Yoksa bu halimi açıklamaya çalışırken yine saçmalayacaktım.
Suyu açtım ve soğukluğuna aldırış etmeden yüzüme birkaç kez suyu çarptım. Tokat etkisi yaratmasını umuyordum. Donan ellerimi enseme, boynuma, göğsüme bastırarak içimdeki yangını biraz olsun bastırmaya çalıştım. Uraz'ın dakikalar içinde bu odada olacağını düşününce daha da alevlendirdim.
Yaşadığım heyecan ve paniğin doğurduğu adrenalini görmezden gelmeye çalıştım.
Aynadaki görüntüme baktım. Saçlarımı karıştırıp havalandırdım ardından ellerimle düzelttim. Dişimde bir şey kalıp kalmadığını kontrol ettim. Üzerimde emanet gibi duran pijamayı sağa sola çekiştirirken bir düğme lavabonun içine düştü.
Allah kahretsin!
Nereden koptuğunu anladıktan sonra aynaya baktım. Beyaz sutyenim ayan beyan ortadaydı. Düğmenin kopmasını mı dert etmeliydim, onu dikecek iğne ipliğimin olmamasını mı? Kapı sertçe çalınınca nefesimi tuttum.
Yoksa Uraz'ın şu anda beni bu halde görecek olmasını mı?
* *

ŞAH MAT (TAMAMLANDI) +18Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin