"Leylâ diyorsam kesik yanaklarıyla Leylâ
Üç köşeli dünyasıyla
Okuyla yayıyla yaylasıyla acımasıyla
Leylâ diyorsam şu bizim gerçek LeylâBiz seni işte böyle seviyoruz Leylâ
O gitti bize ağlamak kaldı kala kala"
-Sezai Karakoç
***
Gözlerimi araladığımdan beri yanıbaşımda bekliyordu. Sadece uyandığımda "Leylâ..." diye sevinçle karışık bir ses tonuyla yanıma gelmiş, ardından da "Hemşireyi çağırayım..." diyerek hızlı adımlarla odadan çıkmıştı.
Şimdi ise beni seyrettiğini hissediyor fakat ona bakmaktan ölesiye kaçıyordum. Eşarbım kaymış gibiydi, ellerimde yere düşünce meydana gelen kan toplamış ufak çizikler vardı. Yüzümün hâlini ise merak ediyordum. Onun karşısında nasıl göründüğümü önemsediğim için miydi bu merak, yoksa sadece kendimi iyi hissetmek için mi; bunu kendime itiraf edemiyordum.
İçimdeki acıyı avuçlarımın içine almak, onu ezip parçalamak ve şu pencereden aşağı fırlatmak istiyordum. O kadının sözleri bir ur gibi büyüyordu beynimde. Hayatım boyunca hiçbir zaman bu kadar aşağılanmamış, kendimi hiç bu kadar küçülmüş hissetmemiştim. Kalbimde öyle bir öfke birikmişti ki ağzımdan dökülen o bayağı cümleler için pişmanlık dahi duymuyordum. Normal şartlarda o cümleleri kurduğum için kendime çok kızmam ve gün boyu onun hüznüyle kıvranmam gerekiyordu. Lakin şimdi pişmanlık bir yana, içim bu yönüyle rahat bile sayılırdı.
Artık her şeyin bitmesi gereken o noktadaydım. Odanın bir köşesinde beni izlediğini hissettiğim bu adam, artık hiçbir ortak gelecek şansımızın olmadığı bir düş kırıklığı olarak kalmalıydı. Kalbim bunu kabullenmeli ve tüm 'acaba'lardan, boş ümitlerden sıyrılmalıydı. Ama bilmek ve bunlara içten içe kolaylıkla karar verebiliyor olmak yaşarken de böyle kolayca unutabileceğim manasına gelmiyordu. Beni en çok korkutan da buydu işte. Şimdi bile yüreğimde adını koyamadığım, hüznün de ötesinde, ağır bir duygu vardı. Ağlamamak için zorlu bir sınav veriyordum; avuç içlerim, şakaklarım ve sırtım sıkıntıdan terlemişti.
Neyse ki birazdan elinde bir tansiyon aleti taşıyan beyaz tenli, hafif toplu, güler yüzlü bir hemşire odaya gelip kapıyı kapattı. O anda etrafa biraz göz gezdirdim. Odanın içindeki her şey son derece lüks görünüyordu. Daha önce böyle bir hastaneye geldiğimi ise hatırlamıyordum. Özel hastaneye gelmiş olma ihtimali ile gerildim. Bugün annesinden işittiklerimden sonra, Mehmet Bey'in benim için masraf yapması, isteyeceğim en son şey bile değildi.
Hemşire, yanıbaşıma gelip kolumu açmamı rica edince Mehmet Bey'e baktım. Bana doğru dalgın bir şekilde bakıyor ama ne istediğimi anlamıyordu. Hemşire, o gitmeden kolumu açmayacağımı anlamış olacak ki:
"Bize biraz müsaade eder misiniz?" diye rica etti.
Mehmet Bey, silkinir gibi kendine gelip: "Ben... Özür dilerim. Tamam..." dedi. Sesinden kolayca fark edilen bir mahcubiyetle odayı terk etti.
Son derece yorgun hissettiğim için kolumu usul hareketlerle açıp hemşireye doğru uzattım. Stresimin azalmasını ister gibi gülümseyerek manşonu dirseğimin altından geçirdi, steteskopu atardamarın geçtiği yere koydu. Ardından manşonu kapatarak pompayı elinin içinde hızlı bir şekilde birkaç kere sıkıp bıraktı. Aklımda hâlâ o kadının söyledikleri dolanıyordu. Bir an önce buradan gitmek istiyordum. Hastane duvarları sanki üstüme üstüme geliyordu.
Hemşire, sonuca baktıktan sonra: "Hmm..." dedi. "Şu an iyi çıktı. İlk getirildiğinde bayağı düşüktü."
Manşonu kolumdan ayırıp dikkatle yüzüme baktı: "Bildiğin herhangi bir hastalığın var mı?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
SpiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...