|48. Bölüm|

1K 82 96
                                    

"Gözlerine baktığım zaman Sitare
Bütün çöllere ay doğuyor
Yoldaş ediyorum kendime İmrül Kays’ı Antere’yi A’şa’yı
En kuytu vahaları dolaşıyorum
Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitare
Çadırla su arasında bir cılga var
O cılgada narin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış gözlerin var"

-Dilaver Cebeci

***

Sabahtan beridir bana bakmaktan kaçınan gözlerine ben inatla bakıyordum. Bir şeyleri kanıtlamak ister gibi, geçmişin sadece 'geçmiş' olduğunu, benim için artık nefretten başka bir şey ifade etmediğini anlatmak ister gibi... O bana bakmadıkça, daha doğrusu bakmaktan kaçtıkça elim yüzüm hayal kırıklıklarıyla doldu. Asiye Teyze de bir şeylerin farkında gibiydi ama konuyu açsa sanki hepimizin yüreğine mâziden kalma birtakım anılar bıçak gibi saplanacak diye korkuyor ve endişeyle susuyordu.

"Düzgün taşıyın, sağa yatırın biraz kapıya çarpmasın!"

Diğer odadan onun gür sesini işitince derin bir nefes aldım. Oturduğum yerde tek yaptığım iş minik el bavulumun sapıyla oynamaktı. Birkaç kutu dışında artık bomboş olan odaya uzun uzun baktım. Abdullah ile anılarımızın duvarlara bile sinmiş olduğu odaya... Şimdi alabildiğimiz tüm anıları kutulara, bavullara ve poşetlere yükleyip öylece gidiyorduk. Buradan taşınmadan evvel ne derece bağ kurduğumu bilmediğimi, şimdi kalbimdeki o buruk hissi dağıtmaya çalışırken daha iyi anlıyordum. Ben, bu eve, tıpkı Abdullah'a zamanla alıştığım gibi yavaş yavaş alışmıştım.

Hızlıca açılan kapı, düşüncelerime ara vermeme sebep oldu. Abdullah'tı gelen. Kutulardan en ağır olanını eline aldığında artık daha fazla dayanamayıp: "Abdullah!" Dedim. Sesim, saatlerin hatta şu iki günün kalbime ince ince bıraktığı sızılar sebebiyle titrek çıkmıştı.

"Bekliyorlar Leylâ, sonra konuşalım. Kapıyı kapat ardımdan."

Kutuyla birlikte tekrar dışarı çıktı. Yanmaya başlayan gözlerim, birazdan yaşlar akıtacak olmanın sinyalini verince kendimi bir anda kapının ardında, kulpu sıkıca tutarken buldum. Eğer onunla bu konuyu konuşmasam yere çöküp hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım. İçeri tekrar girip diğer kutuya yaklaştığında kapıyı kapatıp kilitledim. Anahtarın sesini işitince bana döndü. Kaşları çatıldı önce. Sonra yavaş yavaş yumuşadı yüz ifadesi. Omuzları çöktü. Yorgun ellerini iki gündür solgun görünen çehresine götürüp sertçe ovuşturdu.

"Neden yüzüme bile bakmıyorsun Abdullah? Oraya taşınmaktan başka çaremiz mi vardı?"

"Bekliyorlar Leylâ, gitmem lazım."

Tekrar kutuya doğru eğildiğinde yanına gidip: "Ben de seni bekliyorum" diye sitem ettim. Yeniden doğruldu kutuyu alamadan. Sıkıntıyla soludu.

"Gözlerine bakıyorum. Yanına gelmeye çalışıyorum. Ama hep kaçıyorsun. Neyin cezasını veriyorsun bana? Geçmişin mi?"

Sonlara doğru ağlamaklı çıkan sesimin daha fazla titrememesi için dudaklarımı canım yanana kadar ısırdım.

"Leylâ, yapma. Sorun seninle ilgili değil. Sorun benim kendi içimde, anlıyor musun? O eve girdim. Girdim ve..."

"Mehmet'le beni mi hayal ettin? Onu unutmadığımı mı düşünüyorsun?"

Kaşlarını çatıp yumruğunu sıktı. Yere bakıyor ama sanki o yerde öfkesini artıran birtakım görüntülere şahitlik ediyor gibi çehresi değişik ifadelere bürünüyordu. Bir şeyler düşündüğünü anladım.

"Hâlâ bana inanmıyorsun, Abdullah. Hâlâ içinde şüpheler var. O adama dair ufacık bir sevgi kırıntısı bile hissetmediğimi kanıtlamam için ne yapmam gerekiyor? Bana inanman için daha ne yapmam gerekiyor, Abdullah? Yanındayken gözlerimin nasıl güldüğünü görmedin mi mesela? Ki ben... uzun süredir böyle gülmemiştim sana bakarken. Hadi bunu görmedin diyelim; eve geldiğinde bir çocuk gibi sevindiğimi de mi görmedin hiç? Ya da... Bana dokunduğunda göğsümün üstünde, sol yanımda kıpırdayan o duyguyu? Onu da mı görmedin? Heyecanımı, sevincimi... Sanki ilk kez elim tutuluyor gibi titreyişimi... Hiç birini görmedin mi Abdullah?.."

leylâHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin